TULİTİKKUTEHTAAN TYTTÖ, 1990
Aki’nin proleterya üçlemesinin üçüncü ve son filmi olan, batıda The Match Factory Girl, bizim mahallede Kibritçi Kız diye bilinen çalışma benim süper bulduğum, en iyi Aki çalışmalarından biri.

Hikaye tamamen İris üstüne kurulu. Kadın bir fabrikada çok sıkıcı bir işte çalışıyor; kibrit paketliyor gün boyu. Ama daha kötüsü aynı evi paylaştığı anne ve üvey babası ile olan ev hayatı. Bu daha da bunaltıcı: televizyon karşısında uyukluyor ihtiyarlar. Ama en kötüsü bu tekdüzeliği yok etme amacındaki İris’in eğlence yerlerine, barlara gittiğinde erkeklerden ilgi görmemesi kuşkusuz.
Sonunda daha da kötüsü oluyor; kendisiyle nasılsa yatan, burnu havada, tiki bir heriften hamile kalıyor. Durumu öğrenen üvey babanın tepkisi ise İris’i evden kovmak oluyor.
İris’in intikamı kendisine kötülük edenleri içkilerine ya da sularına fare zehri katarak cehenneme göndermek ama finaldeki polisler pişmiş aşa su katıyor.
Kara mizah ile yumuşamış, İris’in hüzünlü muhteşem öyküsü dehşetli bir sahicilik taşıyor. Benzersiz Kati Outinen ile de tavana vuruyor.
I HIRED A CONTRACT KILLER, 1990
Aki’nin doksanlara sunduğu şirinliklerden biri Kiralık Bir Katil Tuttum, İstanbul Sıkıntı Günleri’nde de gösterilmiş, bolca alkış tutulmuştu Abdülmecit döneminde.
Imdb’de senaryoya fikir verenin Peter Von Bagh olduğu yazıyor, senaryo ise Aki’nin. Ancak Kemal Sunal’ın seksenlerin ilk yarısında Yahya Kılıç’a çektiği ve Natuk Baytan ustamızın bol travellingli Korkusuz Korkak‘ı da aynı numaraya dayandığına göre Von Bagh’ın düşüncesi özgün değil.
Aki bu kez filmini İngiltere’de çekmiş. Sürekli çalıştığı oyuncuları da almamış yanına. Kahramanı Henri Boulanger ( Jean-Pierre Léaud) Londra’da sıkıcı bir ofiste çalışan bir gariban. Adam mali sorunlara düşen şirketçe işten çıkarılınca hayatı kararıyor.

Boulanger kendini öldürmeye karar veriyor çilesi bitsin diye ama beceremiyor bunu. Bu nedenle meslek erbabı bir gangstere baş vuruyor. Kendisini öldürmesi için bir kiralık katil bulmasını istiyor.
Olayların ivme kazanması ise Boulanger’in gittiği bir pubda bir kadın (Magri Clarke) ile tanışmasıyla gerçekleşiyor. Çünkü adam aşık oluyor kadına! Yeniden yaşama sevinciyle doluyor.
Aki çok sevimli bir film çekmiş; Finlandiya’dan uzaklaşması yaramış sanki ona, yeni bir soluk getirmiş kara mizahın ana vatanında.
LA VİE DE BOHEME, 1992
Aki, Bohem Hayatı ile dışa açılmasını sürdürüyor. Bu kez Paris’te çekmiş filmini. Ama özgün öykü kendisine ait değil. Henry Murger’in Scenes de la Vie de Boheme başlıklı romanından uyarlamış.
Yapım Finlandiya, Fransa, İsveç ve Almanya ortak ürünü. Dil Fransızca. Belki kahraman Rodolfo (benzersiz Matti Pellonpaa) ama kendisinin Arnavutluk kökenli oluşu nedeniyle dil eksikliği sorun yaratmıyor. Piyanist Schaunard (Kari Vaananen) için de durum farksız.
Başlığın da imlediği gibi üç adet sanatçının Paris’teki feci yoksul, hatta sürüngen yaşantılarını hikaye ediyor Aki. Rodolfo başarısız bir ressam, Schaunard yeteneksiz bir piyanist, Marcel Marx (André Wilms) ise kötü bir romancı.
Filmi sürükleyen ana damar ise Rodolfo ile Mimi (Evelyn Edidi) arasındaki aşk: ama sonu gözyaşlarıyla bitiyor.

Aki daha çok hüznü vurgulayan bir film çekmiş, melodram ögelerinden de bolca yararlanmış. Benim tek itirazım kuşkusuz romandan gelen ve çok fıransız kaldığım ve yönetmenin kara mizah dolu dünyasına uymayan birçok sululuğun kullanılmış olması. Bir de sürenin 98 dakika olması.
Ayrıca filmde sevimsiz patronu oynayan Samuel Fuller ile gariban sanatçıların yemek parasını ödeyen adamı canlandıran Louis Malle’in varlıkları pek sevimli.
Ayrıca çok sevdiğimiz köpek Laika’nın da Baudelaire rolündeki şirinliği alkışa değer.
La Vie de Boheme bir başka tatlı Aki filmi; bir başyapıt olmasa da.
PİDA HUİVİSTA KİİNNİ, TATJANA, 1994
Aki’nin siyah beyaz çektiği filmlerden biri bu doksanlı yıllar ürünü. Kameranın başındaki sadık yoldaş Timo Salminen başarılı görüntülerin maliki. Aki’nin filmlerini hep yükselten müzikler ise Veikko Tuomi’nin.

Filmin bir de önemli bir tarihi özelligi var ki bu Pida Huivista Kiinni Tatjana‘ya büyük hüzün katıyor. Aki’nin değişmez oyuncusu, Mika’nın da birçok filmini şenlendiren benzersiz Matti’nin yönetmen ile son buluşması bu. 1995 senesi Pellonpaa’nin kanser illetiyle hepimize veda ettiği yıl çünkü.
Batı diyarinda Take Care of Your Scarf Tatjana diye bilinen çok Finli bir hikaye. Kara gülmecesi Akdenizlilere eskimolar hatta Çinliler kadar yadırgı hatta.
İki kafadar kahramandan Valto kahve tutkunu, annesiyle birlikte çok sıkıci bir hayat yaşıyor. Kankası Reino ise bir tamirci ustası. İçkiye düşkün. İkisinin de hayatlarının ekseninde içki ve araba kullanmak büyük yer tutuyor.
Hikaye bir yol filmi. İkili yola koyulduklarında iki kadınla karşılaşıyor. Klavdiya ve Tatjana bunlar. Yolculuk ilerledikçe kadınların hayat doluluğu ile Finlilerin suskunlugu arasındaki karşıtlık hikayenin ana damarı.
Aki’nin en Finli filminin 62 dakika sürmesi ise en sevimli yanlarından biri.
LENINGRAD COWBOYS MEET MOSES, 1994
Leningrad Kovboyları Amerika’ya Gidiyor saçmalığıyla zevzek bir kitleyi meftun eden Aki, bundan kötüsü nasıl yapilır ulan, diye kafa patlatan akil adamlar güruhuna, Alın işte daha da kötüsü, diyerek ibretlik bir film sunmayı başarıyor; çıtasını yerin altına 40.000 fersah indirerek.
Hikaye ilk zırvanın bittiği noktada başlıyor. Gurup Meksika’da: bir yığın hit üretmiş, çok sevilmiş. Üyeler de zafer sarhosluğuyla kamyon kamyon tekila tüketmiş. Bir çoğu aşırı alkolden mefta olmuş, kalanlar Meksikalı görünümüne bürünmüşler pala bıyıklarla.
Geri zekalı İgor yeni menecerleri. Bir gün Coney Island’da bir otelde gurubun çalmasi teklif yapan bir telgraf geçiyor ellerine. Böylece New York’un yolunu tutuyorlar. Telgrafı çeken eski menecerleri Vladimir. Herif yeniden doğmuş: bu kez Musa adını taşıyor.
Vladimir topluluğu bir araya getirince, vaat edilen toprakların Sibirya olduğu fetvasını veriyor. Ve uçaģa atlıyorlar, buzlu topraklara yolculuk başlıyor (Musa hatıra olarak yanına Hürriyet Heykeli’nin burnunu alıyor!).
Saçmalıklar bu kadar olsa iyi. Aki yine ciddiyetsiz, doğaçlamalara yaslanan, ciddi sulu bir şey çekmiş: tahammül için Musa peygamber sabrı yeter mi diye şüphedeyim.

Aki bak bu iki etti, üçüncüde külahları değişecez, ona göre!
KAUAS PİLVET KARKAAVAT, 1996
Aki’nin Geçmisi Olmayan Adam (2002) ve Karanlıktaki Işıltılar (2006) ile gerçekleştirdiği Finlandiya üçlemesinin ilk ayağını oluşturan ve batıda Drifting Clouds, bizde de Sürüklenen Bulutlar adıyla bilinen filmi harika bir çalışma; alkışın en büyüğünü hakkediyor.

Hikayenin iki kahramanı var. İlona, Dubrovnik lokantasında baş garson. Kocası Lauri ise bir tramvay sürücüsü. Helsinki’de yaşıyorlar alçakgönüllü koşullarda. Bir gün Lauri karısını şaşırtıyor indirimli satışlardan aldığı yeni televizyonuyla.
Ama tatsız gelişmeler yaşanıyor: hem kadın hem de adam işlerini kaybediyor, yeni iş arayışları sonuçsuz kalıyor, Lauri’nin ehliyeti sağlık testini geçemediği için iptal oluyor, eşyaları alacaklılar tarafından haczediliyor. Dahası son bir umutla arabalarını satıp kumara yatırdıkları parayı da kaybediyor çift.
Yine de, kahpe felek finalde sırıtıyor kahramanlara. Dubrovnik’in batan reyizi İlona’ya işletmesi için yeni bir lokanta teslim ediyor. Lokanta da iş yapıyor, müşteri toplamayı başarıyor.
Aki hem kara gülmece hem de duygusallık dozu yerinde olan süper bir film çekmiş. Sürüklenen Bulutlar’ı izlemesi hem bir mutluluk, hem de itibar edilen pek çok meşhur yönetmenin değersizliğini gözlerimize sokan bir ders niteliğinde.
Helal Aki!
JUHA, 1999
Aki 20. yüzyılı özgünün özgünü bir filmle kapatıyor: hem siyah beyaz, hem de sessiz sinema örneği Juha.
Juha Finli yazar Juhani Aho’nun 1911 senesinde yazdığı bir romandan uyarlanmış, senaryo elbette Aki’ye ait. Ama yönetmen bunu günümüze uyarlamış. Film sessiz olduğu için diyaloglar geçiş yazılarıyla verilmiş. Başarılı görüntülerin mimarı ise her zamanki gibi Timo Salminen. Müzikleri Anssi Tikanmaki yapmış. Juha 78 dakikalık bir Fin, Almanya ve Fransa yapımı.
Hikayenin kahramanı Marja (Kati Outinen) basit bir köylü kadını. Kocası Juha ile tarlada çalışarak geçiyor günleri. Bir gün bir yadırgı geliyor köye ve hayatı değişiyor kadının. Adam bozulan aracını tamir için çifte yanaşıyor. Juha da tamire koyuluyor.

Yadırgı bu sırada Marja’yı tavlamak için elinden geleni yapıyor ve kadına kentte hiç görmediği görkemde bir yaşantı vaat ediyor. Marja sonunda baştan çıkıyor ama şehre geldiğinde bulduğu umduğu gibi degil. Üstelik de bayağı moral bozucu diyebilirim. Çünkü herif bir kerhaneye kapıyor kendisini: leşoz müşterilere satmak için.
Juha başarılı Aki filmleri arasında benzersiz bir yere sahip; suskunluğuyla da Finlilerin ulusal özelliğini iyi yansıtıyor.
2 comments
Gul Turkmenoglu
Rejisor Aki ‘nin cektigi bu flimin hikayesini cok begendim; biraz benim hayatima benzer taraflari var ! Cok enterasan ve ilgi ceken bir
konu ! Hele kendisi icin kiralik bir katil tutmasi cok degisik bir hava getirmis !
Sayin Un e cok tesekkurler boyle bir firsat verdigi icin; daha once hic duymadigim bir flimi tanittigi icin……
Müyesser Akyıldız
Anlatım tek kelimeyle mükemmel,teşekkürler uğur ün 👏👏👏