MİES VAİLLA MENNEİSYYTTA, 2002
Batıda The Man Without A Past, bizim mahallede Geçmişi Olmayan Adam başlığıyla bilinen film bence Aki’nin en parlak işlerinden biri. Ayrıca filmin Imdb notunun 7.7 olması Aki’nin gücünün şapşal Hollywood yapımlarıyla başı dönmüş, beyni sulanmış sinemaseverler tarafından bile kabul gördüğünün bir göstergesi.
Aki Finlandiya üçlemesi demiş Sürüklenen Bulutlar (1996), Geçmişi Olmayan Adam ve Lights in the Dusk (2006) adlı filmlerinin toplamına. Bunlarla günümüz Finlandiya’sının bir panaromasını çizmiş. Ama bu görüntüler makdonaldlı, avm’li, lüks tüketim mallarıyla süslü aldatıcı görüntülerden ibaret değil.

Geçmişi Olmayan Adam da sosyal yardım kurumlarıyla, yoksulları adam yerine bile koymayan devletiyle, sokak haydutlarıyla, ayyaşlarıyla, yalnızlarıyla, garibanlarıyla öteki Finlandiya’yı resmediyor.
Helsinki’de geçiyor hikaye. Kente yeni gelen bir emekçi iki haydut tarafından soyuluyor; kafasına da sopa darbeleri alıyor. Ölümden dönüyor ama kendine geldiğinde belleğini yitirmiş buluyor. Sonrası bir hayat mücadelesi oluyor onun için.
Adamın sosyal yardım kurumunda çalışan İrma (Kati Outinen) ile tanışması öykünün dönüm noktası: final onunla birleşmesiyle noktalanıyor çünkü.
Aki yine yoksulları, yoksunları kara mizahıyla yoğurmuş, hem gerçekçi bir Helsinki tablosu çizmiş, hem de umutsuz bir sonla karşı karşıya getirmemiş gariban kahramanlarını.
Oyunculuklar da, müzikler de, anlatım da zımba gibi. Helal Aki!
LAİTAKAUPUNGİN VALOT, 2006
Aki’nin Finlandiya üçlemesinin son filmi batıda Lights in the Dusk adıyla bilinen bu çalışma. Hikayenin kahramanı Seppo (Janne Hyytiainen) isimli bir gece bekçisi. Genç adam belki bir emekçi, yoksul koşullarda yaşıyor ama yüksek hayalleri var. Bankalardan kredi çekip büyük işler çevirmek, zengin olmak istiyor.
Kahramanın kız arkadaşı yok ama seyyar satıcı bir kadının, Aila’nın (Maria Heiskanen) kendisine ilgi duyduğunu izliyoruz.
Bir gün Mirja (Maria Jarvenhelmi) isimli bir sarışın musallat oluyor Seppo’ya. İster istemez aşka düşüyor gece bekçisi de! Oysa kadın Rus mafyasının elinde bir kukla ve amaç gerçekleştirilecek bir mücevher soygununda adamdan yararlanmak.

Soygun yapılıyor, sonra kaçınılmaz biçimde Seppo hapse düşüyor. Bir yıl yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşuyor ve bir barınağa sıģınıyor. Görüyoruz ki kendisine yakınlık sağlayan sadece Aila. Belki Seppo Rus mafyasıyla da sıcak temasa giriyor ama yediği esaslı bir dayakla yetiniyor bu karşılaşma ve hesaplaşma boyunca. Finalde Aila ile Seppo’nun birleştiğini ve zorlu bir geleceğe omuz omuza girdiğini göruyoruz.
Aki’nin bir başka başarısı bu tutunamayanlar öyküsü; kara mizah biraz geride de kalsa hep hüznü dengelemekte mahir (nice hem de). Helal baba!
LE HAVRE, 2011
Le Havre Fransa’nın kuzeybatısında, Seine nehri halicinde sağ yakada kurulmuş bir kent. Fransa’nın en büyük ikinci liman kenti olması şehre özellik katıyor. Ekşi Sözlük’teki girişlere bakılırsa sahilinde İstanbul, Antalya vb gibi birçok Türk lokantası barındırıyormuş.
Aki yine uluslararası bir çalışma yapmış. Film Finlandiya, Fransa ve Almanya ortak ürünü. Dili de Fransızca. La Vie de Boheme‘de tanıdığımız Marcel Marx’in (romancılıkta dikiş tutturamayınca bu kez seyyar ayakkabı boyacılığında karar kılmış!) karısını canlandıran Kati Outinen dışında oyuncular zaten frenk diyarından.

Le Havre kentine Gabon’dan kalkan ve nedense Londra’ya gidecegine Le Havre limanına mitili seren bir gemideki kaçak ufaklık güvenlik güçlerinin avı haline dönüşüyor. İdrissa adı. Oğlan Marcel Marx ile karşılaşıyor; karısı hasta olan ayakkabıcı sahip çıkıyor İdrissa’ya. Saklıyor evinde. Mahalleliden de birkaç iyi kalpli yürek izliyoruz bu süreçte.
Komser Monet’nin (muazzam bir Jean-Pierre Darroussin) sıkı takibi finalde beklenmedik bir firar ile noktalanıyor: İdrissa Londra’ya giden bir kaçak motora atlıyor çünkü.
Ayrıca bir başka mucize de Marx’ın karısı Arletty’nin hastalığını yenip evine dönmesiyle gerçekleşiyor. Aki çok duygusal şahane bir film cekmis. Sevdigimiz köpek Laika’nın da katkısıyla oyunculardan tam verim almış. Kara mizahını da dozunda vermiş; ayrıca gerilim ögesini de son planlara kadar son derece iyi kullanmış.
Le Havre en iyi Aki filmlerinden.
TOİVON TUOLLA PUOLEN, 2017
Aki’nin yazdığı, yapımcılığını üstlendiği ve yönettiği film elbette çok başarılı ama aynı zamanda hüzünlü bir sonu da işaret ediyordu o sırada: yönetmen bunun son çalışması olacağını kesin bir dille beyan etmişti dosta da düşmana da. (Neyse ki öyle olmadığını 2023 yapımı Fallen Leaves ile kanıtladı usta. Onun hakkında da birazdan yazacağım.)
Öykünun başında Waldemar isimli bir gömlek satıcısının karısıyla kavga edişini ve kadını terk edişini izliyoruz. Elindeki malları satıp işini de bırakıyor aynı zamanda. Sonra parasını pokere yatırıp büyük para kazanıyor. Bununla gidip bir restoran alıyor. Üç çalışanıyla işe koyuluyor.
Öte yanda Khaled’i tanıyoruz. Helsinki’ye bir yük gemisinde gayrı yasal yollardan gelmiş bir Suriyeli o. Polise başvurup bir sığınakta yer buluyor kendine. Orada bir Iraklı mülteciyle arkadaş oluyor. Ve başlıyor kayıp kızkardeşi Miriam’ı aramaya. Ancak Fin hükümeti Khaled’in başvurusunu reddediyor, oğlan da kaçıyor sığındığı mekandan.

Sonrası Waldemar’in Khaled’i bulması, restoranda ona iş vermesi, Miriam’ın Litvanya’da bulunması, patron ve biladerin bir kamyon ayarlayıp kızı Helsinki’ye getirmesi. Ama sonrası biraz acıklı öykünün: kızın başına cinsel tacizler gelmiş olması, Khaled’i bir ırkçının bıçaklaması gibi.
Aki finali görkemli yapmış, acı ile kara mizahı karıştırmış, lezzetli bir harman sunmuş sevenlerine. Şalteri henüz 60 yaşında indirmemesi de sevindirici.
KUOLLEET LEHDET, 2023
Gavuristanda Fallen Leaves, mahallemizde Sararmış Yapraklar başlıklı Aki incisi somut bir gerçekliği dile getiriyor aslında. Kırk yıllık Yani’nin Kani olmayacağı, olamayacağı gerçekliğini. Toivon Tuolla Puolen başlıklı 2017 yapmıyla sinemaya veda ettiğini söyleyen ve Zeytinoğlu’ndaki hayranlarını gözyaşına boğan yönetmen altı sene dayanabiliyor vermiş olduğu bu manasız kararın ağırlığına ve dönüyor, elinde hiç söndürmediği pis cigarasıyla, telaş içindeki setlere. İyi de yapıyor, Portekiz’deki evinde gergef işleyecek hali yok ya, köpeklerini film çekerken de gezdirebilir pekala! Alfred amcası da ciklet çiğneyebiliyordu yürüken bile!

Sararmış Yapraklar’ın festival karnesi hiç de fena sayılmaz aslında. 2023 Cannes’da Altın Palmiye için yarışmış ama neticeye gidememiş, buna karşın seçici kurul ödülüyle teselli bulmuş. Chicago’da en iyi yönetmen dalında Gümüş Hugo almış. Münih’te ise İzleyici ödülü. ABD eleştirmenleri de Aki’ye en iyi beş yadırgı film dalında NBR ödülü sunmuşlar. Bu arada Toronto’dan da verilmiş bir plaket olduğunu hatırlatayım meraklısına.
Senaryo yönetmenin hâlâ kan damlayan işlek ve dişlek kaleminden çıkmış. Hikaye Helsinki’nin hayhuyunda geçiyor. İki yalnız kalp tanıyoruz filimde. Holappa (Jussi Vatanen) ile Ansa Grönholm (Alma Pöysti) bunlar.
İkisi de bir arayış içinde; karşı cins gelsin de donmuş ruhlarını ısıtsın diye. Ve tanışıyorlar bir karaoke barda. Ama talihsizlikler art arada sıralanıyor, telefon numaraları kayboluyor, adresler yanlış kaydediliyor, alkol de bulandırıyor kafaları. Ha, bir de sokak köpeği var tabii, Aki’nin olmazsa olmazı, insanlardan daha çok sevdiği (helal baba!).
Aki’nin, Helsinki’de kendisini ziyaret eden Kozanlı Tugi Baba’ya söylediği unutulmaz cümleyi hatırlayalım hemen: ‘’Ben kahramanlarımızı seviyorum, dünya çok boktan, her şey bir iki yüzlülük ve kötülük üstüne kurulu, filmlerimde hiç değilse kahramanlarım bu rezilliklerden etkilenmesin istiyorum, çok acıyorum onlara, öykülerimin bu nedenle mutlu bitmesini istiyorum.’’
Aki formundan zerrece bir şey yitirmemiş. Kara mizahı maşallah yerinde. Yalnız bitişteki isim çizelgesinde filmin adandığı Harri Marstio ifadesi kafamı karıştırdı walla: muhterem kimdi acaba!
Yorum Gönder