Kapalı havada uzun sahilde bir başımayım. Uzaklarda bir fırtınanın başlamış olduğunu gösteriyor kıyıya vuran dalgalar. Denizi beyazlaştıran kuzucuklar ve rüzgar uğultusundan da anlaşılacağı üzere pek sevimli bir hava yok. Bütün bir hafta buradaydım. Etrafımda beni rahatsız eden hiçbir şey olmasınmış, insanlardan, daha doğrusu her şeyden uzak bir hafta bana iyi gelirmiş. Ama bu kadar ıssız ve yalnız bir yerde olmak gerçekten şifa getirecek mi? Çünkü eninde sonunda yine kendimden kaçış yok. Denizin açıklarındaki fırtından çok daha büyüğü içimde kopuyor. Pişmanlık, ne yapacağını bilememe, kim olduğunu tanımlayamama, kendini gerçekleştirmede çuvallama, mutlu bir insan olmayı başaramama… karanlık düşünceler denizini aydınlatan anıların şimşek gibi çakışları…
Belki bütün bunların olması gerekiyordu yeni bir sayfanın açılabilmesi için. Bir yandan bugüne beni getiren geçmişim …
(yazdığı sayfayı buruşturup atar)
Merhaba ben Sofia. Geçen hafta 34 yaşımı kutladiğim büyük parti çok eğlenceliydi. Ama bugünde çok üzgünüm. Can Hastanesi’nde orama parmağini sokan ve incelemeler yapan doktor (orama dediğim de tam olarak nereme anliyor olmanız gerçek bir mucize Türkçeyi bu yüzden seviyorum) yari utanç verici yarı zevkli bu deneyim yaşatti. Diğer labaratuar sonuçlaride gösterdiki rahmimin alınması gerekiyormuş. Hayatımın mutlu akan nehri bir anda dondu bu haberle. Erkek arkadaşım yok. Yakın zamanda çocuk yapmayi düşünmüyorum. Ama birden oyuncağimi elimden almış oldular. Şimdi ağlamak istiyorum. Malesef babamda yok yanim da. Türkiye sevdamin kaynaği babam 3 yıl önce oldu. Uzmanlik alani Akdeniz bitki örtüsüydü ve ilk olarak 98 yılında İstanbul Üniversitesinde ders verdiği zaman 3 yıl İstanbul’da kalmıştik. O zamanlar duyduğum sesler, aldığım kokular öyle içime işlemişki yillar sonra, ilk eşimden ayrilinca temiz bir sayfa açmak istedim. O yüzden 8 yildir Alsancakta oturuyorum. Geldiğimden beri Türkçem ilerlemedi çünkü erkek arkadaş olmadi. Bir de İngilizce konuşan çok etrafimde. İçimdeki sikintiyi anlatacak kimse yok. En azından buraya yazayım dedim … ne yapacağimi bilemiyorum.
(bu hikayeyi de tamamlamayıp yeni bir sayfada yeni bir hikaye ile devam eder)
Kahramanımız Güçlü Yılmaz 76 yılında Ankara’da doğdu. Şimdilerde 2000 sonrasında doğmuş arkadaşlarının “abi 90’lar nasıldı” sorularına maruz kalmakta. Sükûnetini koruyup jetonlu telefon, telefon olmaksızın bir yerlerde buluşma, Barış Manço ile 7den 77ye, Kara Şimşek’e her hafta yüklenen özellikleri anlatsa da arka planda bu sorunun yaşlandığına işaret ettiğini de sezinlemiyor değil.
Güçlü Efendi,kendisini kâh göklere çıkaran kâh yerin dibine batıran bir hastalığın nekahat döneminde Bostanlı’da Elgani’de oturmuş arkadaşları ile gülüp eğlenirken bir telefon geldi. Telefonun ucundaki kişi eski bir dostuydu. Onu bir yazarlık atölyesine davet edeceği serüvenin başlangıcı bu şekilde olmuştu.
Kahramanımızın kamyon, dolmuş arkasında yazan yazılar dışında edebiyatla yoğun bir ilgisi yoktu. Dikkatini bu uzunluktan daha uzun yazı için nadiren kullanabilirdi.
Belki ileride, 10 yıllar sonra yapılan whatsapp mesajlaşmaları bir değer kazanabilirdi ama şimdilik öyle bir durum söz konusu değildi. Başlarda 2-3 haftada bir yapılan bu atölyeler nasıl olduysa haftada bir olmaya başlamıştı. Güçlü için en büyük sıkıntı yazıya başlayamıyor olmasıydı. Başlanmayınca bitemeyen yazılar dizisi oluşmuştu önünde.
Bir yanı yazı atölyesinin parçası olabilmeyi istese de diğer yandan süre az, nereden başlayacağını bilemiyor bu da yetmezmiş gibi dergide çıkması ayrı bir gerginlik yaratıyordu.
Dün whatsapp’tan gelen yazı atölyesine katılım için yazı yazması gerektiğine ilişkin son uyarıya kadar kahramanımız cumartesi günü 4 ayrı bayrağın dalgalandığı Boarders without Borders (Sınır tanımayan kutu oyuncuları) buluşması ile meşguldü. Ertesi gün bir Yas Çemberi vardı. İlk iki sayfayı (bu yazının başındaki paragraflar) önce buruşturup fırlattı sonra aklına bir fikir gelince eli ile ütüleyip düzeltti. Çemberden esinlendiği bazı fikirler vardı bu iki paragraf veya yazı başlangıcında. Pazartesi günü Urla’da “Beğendik abi” de yemek sonrası Deniz Dibinin Keşfi oyunu ve büyüleyici Barış Dansları vardı. Kahramanımızın Sita Rama şarkısı ile dans ederken gönül telinin titrediği gözlemlendi. Salı günü Almanya’dan kısa süre için gelen ve miras çalışmalarının merkezinde yer alan dayısı Jinekolog doktor ile buluşma vardı. (2. Hikayede bu etki açıkça görülebilir) Çarşamba günü sabahı “yazını yaz bitir gönder!”uyarısı geldi. Çarşamba Saat 16-19 arası yeni bir oyun öğrenmekle meşgul oldu. Yüzüklerin Efendisi konulu iki kişilik bir oyun. Oyunu öğreten arkadaşları Smyrna Acapella korosundaymış. Oyun sonrası İsmet’in yerinde Japon eşi Yukari ile birlikte hamsi yendi ve saat 21:00 e doğru bilgisayarın başına geçebildi. Eve gelene kadar konuyu Yeni Sayfa yerine Açılış Sayfası diye hatırladı. O yüzden web sayfasının kırılıp Açılış Sayfasına politikacıların pornografik görüntülerinin konduğu bir hikaye için kafa yordu. 21:30’da telefon çaldı. Annesinin kuzeninden kalan ve 25 kuzenin paylaştığı Denizli’deki apartman dairesi ile ilgili arıyorlardı. Gece gece bir de avukat ile konuşup ilhamını tamamen kaybetti. İkinci hikaye başlangıcını ise sabah erkenden kalkıp yaptı.
Şimdi niye böyle bir yazıya başladığını tamamen unuttu. Hatırladığı tek bir şey var bu yazıyı hemen göndermesi gerektiği.
Yorum Gönder