Henry James’in kendi notları, Altın Kâse’nin fikir olarak yazarın 1890’ların hemen başında dinlediği bir hikâyeden doğduğuna işaret ediyor. James’in işittiği hikâyede birbirine fazlasıyla düşkün dul bir baba ve kızı kendilerine birer eş seçerek evlenir; fakat bir süre sonra eşlerinin birbiriyle ilişki yaşadıklarını öğrenerek büyük bir hayal kırıklığına kapılır, birbirlerinin omzunda ağlayarak teselli ararlar. Kısa bir hikâye olarak da geliştirilebilecek bu izleği, James, yıllar içinde zenginleştirmiş ve ortaya ustalık döneminin en görkemli romanlarından birini çıkarmıştır.

Altın Kâse, özetle, yukarıdaki anlatılanı andıran iki kusurlu evliliğe, baba, kız ve eşler arasındaki karmaşık duygulara ve ilişkilere odaklanmış bir roman. Dört ana karakterimiz var: Londra’da yaşayan Amerikalı dul ve milyoner sanat koleksiyoncusu Adam Verver, kızı Maggie Verver, Maggie’nin Avrupa’da babasıyla gezerken tanışıp evlendiği, parasız, fakat etkileyici bir İtalyan aristokrat olan Prens Amerigo, Amerigo’nun geçmişte aşk yaşadığı ve bu ilişkiden haberdar olmayan Maggie’nin aracılığıyla Adam Verver’la evlenen, güzel, cazibeli bir başka Amerikalı, Charlotte Stant.
Charlotte ile geçmişini bilmesine karşın Amerigo’nun Maggie ile evlenmesine önayak olan; ilişkilerin hem içinde hem dışında dolaşan, sorgulayan ve müdahale eden Fanny Assingham ve kocası emekli Albay Robert Assingham romanın diğer iki önemli karakteridir.
Yüzyılın hemen başında yayımlanan Güvercinin Kanatları (Wings of the Dove) (1902) ve The Ambassadors (1903)’un ardından Altın Kâse (1904) yazarın ustalık dönemi üçlemesini tamamlıyor ve, ayrıca, tamamlanmış son romanı olarak da Henry James’in kariyerinde bir dönüm noktasına işaret ediyor. Güçlü bir sembolizmle örülü, yer yer lirik bir anlatım diline sahip. Öte yandan romanın en belirgin biçimsel özelliği, karakterin algıladığı dünyayı ve bilincinden akanları betimleyen uzun, zaman zaman zor ile anlaşılmaz arasında gidip gelen paragrafları. Altın Kâse ile ilgili kişisel notlarında James, yazmak ve okumak eyleminin etik bir iş olduğundan, “gerçekten görmek ve gerçekten temsil etmek için gösterilen çabanın, insanın düşüncelerini bulandıran kesintisiz kuvvetlerin karşısında asla başıboş bir girişim olmadığından” söz eder. Yazarlık kariyerinin olgunluk döneminde “bulanıklık” olarak tanımladığı ve düşüncelerde, insan ilişkilerinde deneyimlenen belirsizlikler şeklinde nitelenebilecek olgunun, romanlarında biçimsel bir değişimi de beraberinde getirerek, daha az şeffaf, daha dolambaçlı bir aktarım tarzı geliştirmesinde etken olduğunu değerlendirilebiliriz. Gerçekliği, olduğu şekliyle yansıtmaktansa, çözülecek bir bilmece gibi okurun önüne koymayı tercih ettiğini ve böylelikle ondokuzuncu yüzyıl geleneksel roman anlayışını dönüştürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Henry James’in, muhtemelen tendon iltihabı nedeniyle, 1897 tarihli What Maisie Knew adlı romanından itibaren, elle yazmak yerine metinlerini dikte etmeye başladığı bilinir. Benzer şekilde Altın Kâse’yi de yaklaşık bir yıl boyunca her sabah sekreterine dikte ederek tamamlamıştır. Romanın anlatım dilindeki çetrefilliliği, bu şekilde yazdırılmış olmasına bağlayan değerlendirmeler mevcut. Öte yandan, ister sözden kağıda aktarılmasından, ister yazarın tekniğinin zaman içinde bu yönde evrilmesinden kaynaklansın, bu biçimsel gelişim Henry James’in on dokuzuncu yüzyıl realizminin en güçlü yazarlarından biri olmanın yanı sıra, yirminci yüzyıl modernizminin de sağlam bir öncüsü olduğunun göstergesidir. Karakterlerin dünyasındaki eylemlerden çok onların düşüncelerini, duygularını dantel gibi işlenmiş ayrıntılarla ve simgesel, kültürel göndermelerle yansıtmaya yönelik bu eğilim erken dönem başyapıtı sayılan Bir Kadının Portresi’nden itibaren yapıtlarında göze çarpsa da, Altın Kâse ile zirveye ulaşır. Bu açıdan James, daha sonra bilinç akışını ustalıkla kullanan Virginia Woolf, James Joyce, William Faulkner gibi büyük modernist yazarlara bir esin kaynağı sayılabilir.
Oldukça az sayıda karakter kullanımı ve yukarıda bahsettiğimiz düşünce akışı odağıyla okurda bilinçli bir labirent ve sıkışmışlık hissi yaratsa da, dilin ve imgelemin zenginliği Altın Kâse‘yi ufuk açan bir metin haline getiriyor. Bir örnek vermek gerekirse, James’in dünyasında, Adam Verver’ın gözünde Maggie “Vatikan’ın ya da Capitol’ün salonlarına ait narin, incecik bir kumaşla kaplı, çok eski, fakat yeniden işlenmiş, bir belge gibi nadir ve bir bağ gibi ölümsüz, modern bir dürtünün mucizevi telkiniyle canlandırılmış ve, bununla birlikte, yüzyıllar sonra kaidelerince kaderlerine terk edilmiş kıvrımların ve basamakların birdenbire özgürleşmesine rağmen hâlâ yontunun kalitesini, kusursuz saadetini taşıyan bir ‘antikayı’ çağrıştıran; bulanık, dalgın bakan gözleri, pürüzsüz, zarif, isimsiz başıyla, yabancı bir çağda kaybolmuş, kıymetli bir vazonun çevresinde yorgun bir rahatlamışlıkla dönüp dolaşan, uçuşan adsız bir varlığı akla getiren…insanlıkla bağı epey kesintiye uğramış, ürkekçe mitolojik, nimfvari bir figür” şeklinde betimlenebiliyor.
Altın Kâse ilk ciltte Prens’in (Amerigo) ve ikinci ciltte Prenses’in (Maggie) bakış açısına odaklanarak, aynı anda, herkesin gözleri önünde ve gözlerden ırak seyreden iki kuvvetli ilişkinin derin psikolojik boyutlarını irdeler. Bir yandan James’in yapıtlarında tekrarlanagelen naif, bilgisiz Amerika ve deneyimli, görmüş geçirmiş Avrupa arasındaki çatışma izleği de farklı boyutlarıyla kurguya yansır. James, büyük bir beceriyle asla kesin tanımlamalar yapmamıza, tam anlamıyla emin olmamıza izin vermez. Bu hikâyede kim masum, kim suçludur? Kim kurban eden, kim kurban edilendir? Kim tahakkümcü, kim ezilendir?

Altın Kâse 2000 yılında James Ivory tarafından sinemaya uyarlandı.
Usta yönetmen her ne kadar romanın derinliğini beyaz perdeye bütünüyle taşıyamamış da olsa, özellikle Uma Thurman (Charlotte Stant) ve Jeremy Northam (Prens Amerigo)’ın göz dolduran oyunculukları ile izlemeye değer bir yapımdı bu film. Nick Nolte (Adam Verver), Kate Beckinsale (Maggie Verver), Jessica Houston (Mrs. Assingham) ve James Fox (Albay Assingham) diğer başrolleri paylaşıyordu.
Amerigo, Mr Verver’ın koleksiyonuna eklenen kıymetli ve yeni bir parça gibi bedeli karşılığında aileye dahil edilmiştir: “Yıllar içinde, çevresinde temsili kıymetli nesneler, harika antik tablolar ve diğer sanat eserleri, altın, gümüş, mine, mayolika, fildişi veya bronzdan yapılma zarif, seçkin ‘parçalar’ öyle çoğalmıştı ve kafası bunların elde edilmesi ve her birine değer biçilmesi üzerine o kadar çok çalışmıştı ki, bu içgüdüsü, bir koleksiyoncuya özel keskin iştahı, Prens’i kızına uygun bir talip olarak kabul etmesinin temelini oluşturmuştu….Belki de hiçbir şey bize eski İran halıları ve, örneğin, yeni kazandığımız insanlar gibi birbirinden bu kadar farklı varlıklar için aynı değer ölçütünün kullanılmasından daha tuhaf gelmeyecektir.” Uzak atalarından birinin (komik bir biçimde) Amerika’nın isim babası olduğunu varsaydığımız Amerigo, beraberinde ünvanını; bir başka deyişle, bir sosyal statü getirmiştir. Maggie, kocasına aşıktır ve bir yandan da babasını taparcasına sevmekte; onunla eskisi kadar çok vakit geçiremediğine üzülmektedir. Bunun için, aradaki büyük yaş farkına rağmen babasını en yakın arkadaşıyla evlenmeye teşvik etmekten çekinmez. Charlotte sayesinde, babasının yalnız kalmayacağını, babası da Maggie’nin kendisini düşünerek daha fazla suçluluk hissetmeyeceğini hesaplar. Charlotte ise bundan sonra sahipsiz bir yaşam sürmeyecektir; bir başka deyişle bu evlilikle bütün hayatı güvenceye alınmıştır. Charlotte ve Amerigo dışa dönük, pırıltılı kişilikleriyle ailenin toplumsal alanlardaki vitrini olarak, ilişkilerini pervasızca yaşayabilecektir. Çekingen ve içe dönük, Avrupa kültürüne yabancı tabiatlarından dolayı bu görev dağılımından memnun görünen baba ve kızı ise eskisi kadar, hatta daha fazla sıkı fıkı olabilecektir. Herkes çıkarı doğrultusunda ve en fazla ilgi duyduğu kişiye sahip olma dürtüsüyle hareket etmekte, bunu yaparken “rakibine/rakibesine” tüm sınırları esneten fırsatlar sunmaktadır. Zor koşullardan gelen Charlotte’ın benmerkezciliği daha kuvvetlidir ve önüne gelen fırsatı kullanmaktan çekinmez. Bununla birlikte, fırsatın oluşması ihaneti meşru kılmalı mıdır?
Maggie ve Adam Verver arasında uğradıkları ihanete ilişkin tek bir kelime geçmez (James’e anlatılan öyküde birbirlerinin omzunda ağlayan zavallı baba kızın aksine). Maggie’nin kocası ve babası için, babasının da kızı ve kendi mutluluğu için neleri göze alabileceği, Amerigo ve Charlotte’ın nerede duracağı ya da ne kadar ileri gidebileceği belirsizliğini sona dek korur. Başlangıçta kendini korkular içinde yaşayan, “yerlerde sürünen, önemsiz bir şey” olarak betimleyen Maggie, ihanetle ve kendi iki yüzlülük potansiyeliyle yüzleştikçe içindeki “ihtiyatlı kaplan” da yavaş yavaş tırnaklarını çıkarır. Charlotte ise önce yaldızlı bir kafesin parmaklıklarını zorlayan bir aslana benzetilirken, daha sonra Adam Verver tarafından “güzel boynuna dolanmış uzun, ipekten bir yular”la çekilen zavallı bir yük hayvanı gibi resmedilir. Baba ve kızı, birlikte, birbirlerinden uzak düşme pahasına evliliklerini sürdürebileceklerini sağlayacak bir yol çizmeyi başarır. Bununla birlikte, Maggie yolları ayrılan iki sevgilinin hisleriyle empati kurmaktan kendini alıkoyamaz. Kendi içinde iyinin ve kötünün sorgulanması ve çatışması Maggie’yi olgunlaştırsa da, masumiyetini bu öğrenme sürecine kurban ettiği ortadadır.
Romanın başlarında, Charlotte ve Amerigo’nun, Bloomsbury’deki antikacıda gördükleri altın yaldızlı kristal kâsenin, mükemmel görünümüne rağmen, çıplak göze çarpmayan bir çatlağı olduğu ima edilir. Satıcı tereddüt eden Charlotte’a, “eğer göremediğiniz bir kusursa bu, hiç kusuru olmaması kadar iyi değil mi?” diye sorar. Maggie ve Amerigo’nun evliliği en baştan itibaren bu kâse gibi kusurlu, sahte bir yaradılıştadır. Ümit vaat eden kapanışa rağmen, her ikisini bundan sonra neyin beklediğine ilişkin tekinsiz bir gölgenin soluğu romanın sonunda da kendini hissettirir.
Bütün Işıltısıyla Henry James[1] başlıklı yazısında Alfred Kazin, “Altın Kâse bireysel tutkunun, düşüncelerin ve bir amacın zarif salınımlarını hissettiren neredeyse ‘eylemsiz’ bir roman” diyor ve ekliyor, “ Henry James ‘psikolojik roman’ yazarları içinde en dramatik (ve bu nedenle dram uyarlamaları en yaygın olan) olanlardan biridir; zira karakterlerinin aldığı kararlarla ilişkili olarak yazarın kendi iç dünyasının nasıl yükselip nasıl inişe geçtiğini okurun görmesini sağlar… Altın Kâse’de karakterlerinin duruşuna duyduğu saygı bağlamında, James dramatik açıdan en iyi performansını sergiliyor. Haddinden fazla, şaşırtıcı ölçüde yaratıcı, etkili bir zarafete sahip imgeleri Prens’e ve Prenses’e, Portland Place’e ve Eaton Square’e, tüm güzel şeylere, eski kitaplara ve kaliteli tablolara ve onlara hizmet eden uşaklara duyduğu sevgiyle dolup taşıyor. Bir zamanlar var olan altından bir hava, altından mekânlar, altından bir dünya. Böylesi bir saltanat söylencesi James’in karakterlerini hem kendisi hem de birbirleri için öyle ilgiye değer kılıyor ki, onun herşey ve herhangi bir şeyle ilgili gözlemlerinin şiddeti okurunu soluksuz bırakıyor. Hakiki altın, elinizle kavrayıp tutabildiğiniz altın, bu romandaki aşk hayalinin özünü oluşturuyor. Taklit olan, yaldızlı ve çatlağı gizlenmiş kristal, gerçeğiyle asla yarışamaz. Günümüzde altının iktidar ve yaşam anlamına geldiğine bizler artık inanmıyoruz; fakat James inanıyordu. Bu nedenle kendisine gülüp geçebilirsiniz, ama Altın Kâse’ye asla! Bu kitap, insanı kendinin ötesine taşıyacak şekilde heyecanlandıran bir saltanat imgelemidir. James’in, kelimenin tam anlamıyla, kendi kişisel bütünlüğü —ya da, usunun sağlamlığı— bu son tamamlanmış romanında, sınırsız hayal gücünün, yaratıcılığın, insanın düşlerinin ve insanın iradesinin, içinde ışıldayan bir akıl barındırmayan her şeye karşı zaferiyle ifade edilmektedir.”
[1] New York Times, 25 Mart 1973.
Yorum Gönder