Geçen ay bana telefon edip buluşma davetinde bulunan sevgili dostuma, “Kusura bakma lütfen; Bourdieu’nün dersindeyim, gelemeyeceğim şimdi,” dedim. Ve durumu izah ettim tabii. Pierre
Bourdieu’nün Collège de France’da 1989-1992 yılları arasında verdiği derslerden oluşturulan kitabı okuduğumu söyledim. Birden bir bölümü hayattan göçen, bir bölümü üniversiteden
uzaklaştırılan ve çok azı da halen akademide ders veren sevgili hocalarım geldi aklıma. Hepsini sayamayacağım elbette ama, Nail Satlıgan, Kuvvet Lordoğlu, Mehmet Türkay, Fuat Ercan, Korkut Boratav, Hakan Koçak, Aziz Çelik, Yüksel Akkaya, Ertuğrul Ahmet Tonak, Sungur Savran, Ahmet Öncü, Melda Yaman başta olmak üzere pek çok değerli akademisyenin derslerinin bazılarının kitaplaştırılmasının ne kadar heyecan verici olduğunu düşündüm.
Bourdieu’nun Devlet Üzerine adlı kitabında yazılı metinler, sözlü yorumlar, doğaçlama fikir yürütmeler iç içe geçmiştir. Bourdieu, Elias’la hemfikir olarak, Max Weber’in devlete dair bazı çok temel fikirlerini genetik sahasına uygulamaya çalıştığını, ilham kaynağı Weber olan genetik devlet teorisini ortaya koyduğunu aktarır. Devletin, yani meşru şiddet tekeline sahip olması sayesinde iktidarını icra etme iddiasını başarıyla ortaya koyan örgütlenmenin nasıl oluştuğunu göstermeye çalışmıştır. Bourdieu, Weber’in zihnindeki şiddetin fiziksel şiddet olduğu; yani asker ya da polis şiddeti olduğunu öne sürerek, ciddiyetle ele aldığımız takdirde meşru kelimesinin fiziksel şiddetin sembolik boyutunu dile getirdiğini söyler.

Bourdieu devlete, bir devlet düşüncesi atfediyor olmanın risk taşıdığını belirtmiştir. Düşüncelerimizin, toplumsal dünyayı onun aracılığı ile inşa ettiğimiz bilinç yapılarımızın ve devlet denilen bu özgün nesnenin bile aslında devletin ürünü olma ihtimali yüksektir. Devlet üzerine çalışmaları ilerledikçe, Bourdieu bu nesne üzerine düşünmede bu denli zorlanmanın nedeninin onun neredeyse düşünülemez olmasından kaynaklandığı kanısına varmıştır.
Devletin kısa tanımı şöyle yapılır: İktidar alanının “idari alan” ya da “kamu hizmetleri alanı” olarak tanımlanan bölümü. Devlet denildiğinde muğlak bir biçimde zihnimizde o bölümün, meşru fiziksel ve sembolik şiddet tekelini elinde bulundurduğu canlanır.
Durkheim’a göre devlet, toplumsal dünyanın mantıksal ve ahlaki bütünleşmesinin temelidir. Hobbes ya da Locke’unki gibi bazı klasik teorilerce de ele alınan ilk tanıma göre devlet; ortak faydayı gözetmekle yükümlü bir kurum, hükümet ise kamu malıdır. Bir ölçüde devlet tarafsız bir mekan olacaktır. Leibniz’in Tanrı’yı tüm zıt perspektiflerinin geometrik mekanı olarak tanımlayan analojisine atfen, tüm bakış açılarının kendisine göre şekil almaları dolayısıyla kendisi artık bir bakış açısı olmayan, en tepede duran, tüm bakış açılarının üzerindeki bakış açısı olacaktır.
Bourdieu’ye göre, Marksist gelenek ise devleti, yüzünü kamu yararına dönmüş bir aygıt değil, bir zor aygıtı, kamusal düzenin ancak egemenler lehine korunmasının aygıtı olarak görür. Başka bir deyişle
Marksizm devletin varlığı sorusunu sormaz ve daha en baştan onu yerine getirdiği işlevlerin tanımı aracılığı ile çözümler.
Marx, Gramsci, Althusser ve diğerleri devletin temelini oluşturan mekanizmaların yapısıyla ilgilenmeksizin devleti ne yaptığıyla ve o yaptıklarını her kim için yapıyorsa, o kişilerle nitelemişlerdir.
Bourdieu, Durkheim’ın din için dile getirdiği iyi temellendirilmiş yanılsama tanımı ile bazı çağdaş Marksistlerin devlet tanımı arasında benzerlik görür. Bourdieu’ya göre; Marksistler devletin toplumsal muhafaza işlevini sermayenin biriktirilme koşullarının muhafazası olarak görürler.
Bourdieu devleti, toplumsal düzenin ve aynı zamanda, hem fiziksel hem de sembolik şiddetin gizli, görünmez esasları olarak tanımlar. Devletin genellikle yaygın olan iki anlamından bahseden Bourdieu, bu ikiliğin dışına çıkılmasını önerir. Dar anlamda devlet idaredir, bakanlıklardan oluşan bir bütün, bir hükümet biçimidir. Daha geniş anlamda, devlet ulusun ülkesi ve yurttaşların toplamıdır. Bourdieu dar anlamıyla devletin, yani ilk devletin (idare, hükümet biçimi, bürokratik kurumlardan oluşan bütün), geniş
anlamıyla devleti yani ikinci devleti (ulusun ülkesi ve aynı dili konuşan tanıma ilişkileriyle bir araya gelmiş, ulus kavramının altına yerleştirdiğimiz yurttaşlar bütünü) oluştururken aynı zamanda kendisini de oluşturduğunu söyler. Yani devletin, fiziksel ve sembolik gücü merkezileştiren bir iktidarı icra eden ve bu nedenle ihtilaflara, mücadelelere konu olacak şekilde oluşmuş görece özerk bir alan olarak inşası, yetki alanına giren toplumsallaşmış uzamın eş zamanlı inşasından ayrılamaz.
Hume’un yönetenler o kadar az sayıda, yönetilenler ise bu kadar kalabalıkken toplumsal düzen nasıl bu kadar rahat korunabilmektedir? sorusuna Bourdieu şu yanıtı verir: Güç ilişkilerinin sembolik boyutlarını devreye sokmadan güç ilişkilerini anlamak mümkün değildir. Güç ilişkileri sadece fiziksel, askeri hatta
iktisadi ilişkilerden ibaret olsaydı çok daha kırılgan ve tahrip edici olurdu
Bourdieu tüm çalışmalarında sembolik gücün, sembolik iktidarın, yani varlığını unutturacak denli görünmeden işleyen bu gücün, işleyebilmesi için varlığı bilinmemesi gereken ve bu nedenle özellikle de ona maruz kalanların varlığının farkında olmadıkları bu iktidarın çelişkisini işin içine sokmaya çalışır.
Hume’un dile getirdiği, nasıl oluyor da ezilenler bu kadar rahat boyun eğiyorlar? gibi zor soruya yanıt verebilmek için entelektüel gelenekler arasındaki geleneksel karşıtlığı aşmak gerektiğini belirten Bourdieu, bunları bağdaştırmak için karşıtlıkları aşan sembolik iktidar, sembolik sermaye, sembolik şiddet kavramlarının geliştirilmesi gerektiği üzerinde durur. Girdiği bu yolda güç ilişkilerinin iletişim ilişkileri olduğunu, yani toplumsal dünyaya fizikalist bakışla semiyotik (göstergebilim) veya sembolik bakış arasında bir uzlaşmazlık bulunmaması olgusunu başlangıç noktası olarak almak gerektiğini düşünür. Güç ilişkileri, ayrılmaz biçimde anlam ve iletişim ilişkileriyle özdeş olduklarından tahakküm altındaki kişi aynı zamanda
bilen ve tanıyan kişidir. Ezilen bilir ve kabul eder. İtaat edimi aynı zamanda tanıma edimi olan bilme edimini varsayar. Tanıma bilmeyi kapsar. Bu yüzden boyun eğen, bir düzenin ya da bir disiplinin önünde eğilen kimse bilişsel bir edim gerçekleştirmektedir.

Bourdieu’ya göre devletin en paradoksal etkisi, devlete yaygın şekilde inanma ve itaat etkisidir; örneğin insanların kırmızı ışıkta durması şaşırtıcıdır. O halde devlet o fevkalade güce, ille de emir vermeden sürekli zora başvurmadan düzenli bir toplumsal dünya oluşturma gücüne sahip bir kurumdur.
Devletin toplumsal bütünleşme aracı olduğunu savunan Bourdieu, bunun sadece duygusal dayanışmaya değil aynı zamanda zihinsel yapıların bilişsel ve değer biçici yapılar şeklinde bütünleşmesine dayandığının da altını çizer. Marksist geleneğin vurguladığı devlet tahakkümü üzerinde düşünmek için Durkheim geleneğini devreye sokmak gerektiğini öne sürer. Marksizmin devlet tahakkümünü,
hatta her türlü tahakkümü düşünecek teorik imkanlardan yoksun olduğunu iddia eder ama bunu detaylı olarak temellendirmez. Sadece Marksizmin durmadan bahsettiği şey üzerine düşünmeyi bilmediğini söyler.
Marksist geleneğin, ideoloji düşüncesini egemenlerin özel çıkarlarının evrenselleştirilmesinin ezilenlere dayatıldığı bir ürün olarak algılayan araçsalcı mantıktan çıkması gerektiğini işaret eder. Marksizmin
bilinç felsefesi içinde kaldığını ve tahakküm ilişkisinin bir tür başarısız siyasi cogitoya dayanan yabancılaşma ilişkisi olduğunu belirtir.
Marksist geleneğin ideolojik etkilerini bütünüyle anlayacak araçlara sahip olmadığını ve bir adım daha ileri gitmek için sosyolojikleştirilmiş yeni Kantçı geleneğe dayanarak yapısalcı geleneği devreye sokmak gerektiğini öne süren Bourdieu, bu konudaki eleştirel analizini geliştirmez. Buradan yapılandırılmış sembolik sistemlere geçer. Marksizmde tahakküm ilişkisi Bourdieu’nun söyleminin aksine, artı değer üzerinden ve mülkiyet ilişkileri üzerinden kurulur. Yabancılaşma kavramı Marx’ın özellikle gençlik dönemi eserlerinde ele aldığı bir kavram olup daha sonra terk edilmiştir. Kapital’de doruğa ulaşan meta, değer ve artı değer çözümlemesi onun kuramının özünü oluşturur. Kapital yazımına başlarken Marx’ın ilk taslağında yer alan devlet konusu, bazı eserlerinde değinilmiş olmasına karşın ayrı bir başlık altında incelenememiş ancak daha sonra Marksistler tarafından değişik devlet teorileri geliştirilmiştir. Bourdieu’nün bunları
bilmeyeceğini düşünmüyorum elbette ama bu konudaki eleştirilerini detaylandırmadığı için argumanı
muğlak kalmaktadır.
Devleti anlamak için sembolik bir işlevi olduğunu anlamamız gerektiğini öne süren Bourdieu, sembolik boyutu anlamak için de devlet söylemini oluşturan failler evreninin işleyiş mantığını anlamak ve başkalarının karşısında hangi genel çıkarlara sahip olduklarını, aynı zamanda mücadele sahaları içinde işgal ettikleri konuma göre hangi özgül çıkarlara sahip olduklarını anlamak gerektiğini belirtir. Devlet, kurulu düzeni meşrulaştıran bir organ değildir, egemenlerin kendi tikel çıkarlarını evrenselleştirmeyi başarmasından ibaret değildir. Toplumsal dünyayı belli yapılara göre teşekkül ettiren bir organdır. Devlet toplumsal dünyanın kurucu unsurudur.
Devlet düşüncesi zamanın kullanımını yönetir ve eğitim hayatını şekillendirir. Devleti ekonomik sermaye, fiziksel güç sermayesi, sembolik sermaye, kültürel sermaye ve bilgi sermayesi gibi farklı sermaye türlerinin kademeli şekildebirikmesinin ürünü olarak gören Bourdieu’nun Devlet Üzerine kitabını okumak bende
derslerini izleyebilmiş ve anlamaya çalışmış olma isteği uyandırıyor.
Pierre Bourdieu, Devlet Üzerine, College de France Dersleri (1989-1992), Çeviren: Aslı
Sümer, 2. Baskı, İletişim Yayınları, 2016, 495 sayfa.
Yorum Gönder