2000 sonrası Woody’den, katran lezzetinde,
Alf amcaya, görse, hırsından bütün
tırnaklarını çatır çatır yedirtecek, altı adet
kapkara çalışma. . .
MATCH POINT, 2005
Bizdeki adıyla Maç Sayısı hiç kuşkusuz yönetmenin ikibin sonrası yapıtları arasında bir doruğu işaret ediyor. Tatsız olan, bu doruk sonrası Woody’nin yaptığı kusursuz gerilimlerin, Maç Sayısı’nın azıcık gölgesinde kaldıkları için yeterli alkış almamış olmaları. Filmin ilginç bir yanı da Woody’nin öyküde gülmece anlayışının tamamen uzağında kalması, İngiltere’de geçen öyküye zerrece mizah katmamış olması.

Öykünün kahramanı Chris bir İrlandalı (içimizdekilerden biri olmaması hayırlı olmuş!), mesleği tenis ocalığı. Çok hırslı bir genç. Bu hırsı kendisini Londra’ya sürüklemiş, kentsoyluların mesken edindiği bir tesiste ders veriyor tıfıl tenisçimsilere. Ve bir gün tanıştığı öğrencilerinden Tom ile paylaştığı ortak opera sevgisi bir yakınlık kurmasına neden oluyor.
Böylece Chris Tom’un bacısı Chloe ile tanışıyor, Chloe ona vuruluyor, mercimek fırına veriliyor, hatta olay evliliğe kadar gidiyor. Ama hikayenin ivmelenmesi Chris’in, öykünün başında Tom’un sevgilisi olan Nola’ya delice
aşık olmasıyla gerçekleşiyor. Oysa Chris durulmuş artık, tenisi bırakıp kayınpederinin işyerinde başarılı bir iş adamına dönmüş konumda. Dahası Nola hamile kalmaz mı! Çocuğu doğuracağım, git karından boşan, diye diretmez mi!
Chris böylece öldürüyor kayınpederinden ödünç aldığı tüfekle Nola’yı. Ama geride kalan deliller (kızın güncesi filan) olayı takip eden müfettişlere her şeyi açık etse de, bir yüzüğün yine yörede cinayet işleyen bir suçlunun cebinden çıkması her şeyi düzeltiyor. Tereyağdan kıl çekercesine olaylardan sıyrılmasına yardım ediyor Chris’in!
Woody süreyi 124 dakikaya çekmesine karşın çok akışlı bir iş çıkarmış, merak ögesini sürekli beslemiş, muazzam şaşırtıcı bir final yapmış! Oyuncular da büyük gerçeklik duygusu katmış filme (Jonathan Rhys Meyers, Scarlett Johansson, Emily Mortimer).
SCOOP, 2006
Kuşkusuz Woody çapında bir yaratıcının aşağılık ödül kurumunun inayetine, koltuk değneklerine ihtiyacı yok ama yine de Scoop’un herhangi bir şenlikten ya da değerlendirmeden ödülü olmaması ilginç
doğrusu. Oysa bugün filmlerini, özellikle de otuzlu ve kırklı yıllarda çektiği onca filmini izlediğimizde ödüllere ve övgülere boğulan Alf amcaya, bence ikibin sonrası çektiği incilerle uzak ara çeken Woody’nin IMDB çöplüğünde bile altı notu zar zor almış olan bu filmleri çok başarılı gerilimler. İşte Scoop da bunlardan biri. Bu gerilimde Woody’nin oynaması ise ilginç.

Yani yine çene ishalinden muzdarip bir kahramanımız var; ama öyküyü buna indirgemek haksızlık olur. Sid (W.Allen) kahramanlardan biri, sihirbaz kendisi, Amerikalı ama Londra’da izliyoruz onu bir gösteride. Bir başka kahraman ise Sondra Pransky, gazetecilik okulu öğrencisi. Başarılı bir gazeteci olmak hayalinde.
Öykünün başında kurmaca bir şirinlik yaratmış yönetmen/senarist. Bir ölüm gemisi görüyoruz, güvertede de kara kukuletasıyla Azrail. Yolcular henüz ölmüş, cehenneme doğru gidiyorlar. Bunlardan ikisi bir sekreterle bir gazeteci. Londra’da işlenen seri cinayetlerden söz ediyor, failin soylu bir ailenin genç ve yakışıklı evladı olduğunu söylüyorlar. Sondra (Scarlet Johansson) ile Sid’in karşılaşması bir gösteride oluyor. Sihirbazın sahnedeki kabine, şov gereği yok etmek için aldığı kızın karşısına, içeriye girdiğinde, öldürülmüş olan gazeteci çıkıyor. Ona bu haberi yapmasını söylüyor. Kız da Sid ile oyuna giriyor, herifin ipliğini pazara çıkarıyor. Woody’nin erdemi merak ögesini hep canlı tutması ve harika bir finalle noktalaması hikayeyi. Sandalda kızı boğmak üzere olan Lyman’ın yanına Sondra’yı kurtarmak için arabayla son sürat giden Sid’in kaza yapıp ölmesi, Sondra’nın ise yüzme yetenekleriyle gölde boğulmayıp, katili polise teslim etmesi bence dahice bir buluştu! Scoop en iyi Woody gerilimlerinden biri.
CASSANDRA’S DREAM, 2007
Maç Sayısı’nda kahramanını işlemiş olduğu cinayetlere karşın, polisin eline vermekten kaçınan Woody bu kez iyi bir Dostoyevski okuru olduğunu kanıtlıyor seyircisine. Kişilerinin eline sık sık Suç ve Ceza’yı sıkıştıran Woody bu kez ustasına yakışır bir finalle noktalıyor öyküsünü.

Filmin başlığı bir tekneye gönderme yapıyor. Londra’da yaşayan iki kardeş, Terry ve Ian alıyor bu tekneyi hikayenin başında. Terry bir araba tamirhanesinde teknisyen olarak çalışıyor, Ian ise tecimsel faaliyetlere girişmek için uğraşıyor. Babaları düzgün biri, emekli olmuş. Ancak Terry’i bol bol kumar oynarken izliyoruz bu arada. Sonunda berbat biçimde ütüldüğünü de. Böylece Terry borçlarını ödemek, Ian da Kaliforniya’da otel açmak için para peşine düşüyor. Uluslararası işler çeviren, ABD’de yaşayan John dayılarından yardım istiyorlar. Adam, “Parayı veririm ama başım belada. Muhasebecim çevirdiğim dolapları adalete anlatıp beni mahvedecek, bunu öldüreceksiniz,” diyor.
Terry’nin aklı yatmıyor ama Ian soğukkanlı, “Bu cinayeti işleyelim,” diyor ve biraderini ikna ediyor. Adamı temizliyorlar bir akşam vakti, hem de iz bırakmadan. Ancak sonrasında vicdan azabına kapılan, yaşamdan elini eteğini çeken, sevgilisini bile gözü görmeyen Terry’nin polise olanları anlatacağını söylediğine tanık oluyoruz. Ian da telaşlanarak, aldıkları teknede öldürmeyi tasarlıyor biraderini. Ancak finalde iki kardeş dalaşırken, Ian düşüp kafasını çarpıyor bir yana, Terry de olanca çaresizliğiyle intihar ediyor.
Woody çok başarılı bir kara film çekmiş, tempoyu iyi ayarlamış, oyunculuklardan da iyi yararlanmış. Colin Farrell (Terry) ve Ewan McGregor (Ian) sahici gözükmüşler epey. İki sevgilide de Hayley Atwell ve Sally Hawkins gayet iyiler. Filmin herhangi bir festival başarısı olmaması ilginç aslında, IMDB çöplüğündeki notu 6.6.
BLUE JASMİNE, 2013
Evlat edindiği 1998 Aralık doğumlu Bechet Dumaine‘e, büyük hayranlık duyduğu New Orleans soprano saksofoncusu Sidney Bechet‘nin adını veren; İngiliz Empire dergisinin tüm zamanların en büyük sinema çizelgesinde kendisine 43. sırada yer bulan; aynen bizim Atıf Yılmaz gibi çektiği hiçbir filmi daha sonra izlemeyen; 1980’den 1992’ye kadar Mia Farrow ile evli kalan; Mia ile yeni kocası André Previn‘in evlendiklerinde evlat edindikleri Soon-yi Previn ile 1997 senesinde izdivaç yaptığında eski eşiyle bu kez damat-kaynana ilişkisine giren; Venedik’e duyduğu aşk nedeniyle bir yangında hasar gören La Fenice tiyatrosunun tadilatı için servet döken (hani Yahudiler cimriydi?); 2000 Şubat ayında evlat edindiği ikinci kızı Manzie Tio Allen’e Sidney Bechet’in davulcusu Manzie Johnson‘un adını uygun bulan; en büyük esin kaynaklarının Ingmar Bergman, Grucho Marx, Federico Fellini, Cole Porter ve Anton Çehov olduğunu söyleyen çalışkan Woody’den çıtası baş oyuncusunun sayesinde bayağı yükseklerde salınan başarılı bir çalışma Mavi Yasemin.

Senaryo elbette yönetmenin. Kahramanin adı Jasmine: New York sosyetesinden bir kadın bu. Ama evlendiği zengin adam sahtekar çıkıp sonunda hapislere düşmüş, ortalığı dolandırmış. Jasmine de hayatına devam etmek için aslında hiç sevmediği, hiç anlaşamadığı, üstelik de kocasının dolandırıp parasını cebe indirdiği San Francisco’daki kız kardeşinin yanına sığınıyor. Böylece kadının hem hayata tutunma mücadelesini, hem de geriye dönüşlerde de geçmişte neler yaşadığını izliyoruz.
Jasmine San Francisco’da rastladığı varlıklı diplomatla mutlu da olacak duruma geliyor gibi ama övüngen kişiliği ve gereksiz gururunun itmesiyle savurduğu yalanlar onu finalde tam bir yıkıma sürüklüyor. Mavi Yasemin bol ödüllü bir film. 2014 Akademi ödüllerinde baş oyuncusu Cate Blanchett (14 Mayıs 1969, Melbourne) Oscar’a layık görülmüş. Uluslararası festival karnesinde 56 birincilik var. IMDB notu 7.3.
IRRATIONAL MAN, 2015
Woody’nin en sevdiği devlerden, St.Petersburg kaplanı esin vermiş ustamıza. Suç ve Ceza uyarlaması denmese bile, romandan alınan esinle yaratmış yönetmen bu filmi. Yani kahraman iyi bir sonuca varmak, iyilik yapmak için bir adam öldürüyor, kusursuz bir cinayet işlediği yanılsamasına kapılıyor ama netice, Kadı’nın güzellik kraliçesi kızı Hatice kadar parlak olamıyor.

Öykünün kahramanı Abe Lucas (Joaquin Phoenix) bir felsefe öğretmeni. Oldukça parlak biri, kitapları, incelemeleri epey okunmuş, alkış almış. Newport, Rhode Islands’da bir okula geliyor. Ama canlı cenaze kimliğinde. Çünkü dünyayı okuyarak, öğrendiklerini gençlere aktararak değiştiremeyeceğini kavradığından beri alkole sarılmış, hiçlik felsefesiyle donanmış durumda. Ekşileşmiş biri yani.
Okulda bir arada olduğu Rita ile de başarısız bir sevişme sahnesine tanık oluyoruz bu arada. Ancak öğrencilerden uyanık Jill ile arada kıvılcımlar çakışınca, Abe biraz diriliyor. Dahası bir lokantada çiftin kulak verdiği bir konuşma Abe’nin yaşamına mana katıyor. Söz edilen şerefsiz, alçak bir yargıç. Herif suçsuz günahsız bir kadının yaşamını karartmış, üstelik de birçok şaibeli davası olmuş.
Abe yargıcı ustaca öldürüyor. Tereyağdan kıl çekercesine.
Yani öyle sanıyor ama kazın ayağı öyle değil. Finalde her şeyi anlayıp, polise söyleyeceğini itiraf eden Jill’i öldürmeye kalkarken, asansör boşluğuna düştüğünü görüyoruz karşı-kahramanın. Woody başarılı bir kara film yapmış, oyuncular çok iyi (küçük bir rol olan Rita’yı canlandıran Parker Posey çok inandırıcı). Ortam iyi çizilmiş, adamın tiplemesi, yaşadığı düşkırıklıkları gerçekçi verilmiş. Irrational Man’ın hiçbir şenlik utkusunun olmaması ilginç, dahası IMDB’deki notunun 6.6 oluşu ise başka bir matrak durum.
Yorum Gönder