THE CURSE OF JADE SCORPION, 2001
Festival hanesinde Sitges/Katalon Uluslararası Film Festivali’nden alınmış en iyi film ödülü dışında bir artı göremediğimiz, bizde Akrebin Laneti başlığıyla bilinen film şirin Woody çalışmalarından biri. Hem içerdiği gülmece duygusu, hem baştan sona tutturduğu gerilimi, hem de inanılmaz yaratıcılıktaki finaliyle alkışı hak ediyor aslında.

Woody’nin canlandırdığı Briggs tipi deneyimli bir sigorta dedektifi. Sayısız olayı tereyağından kıl çekercesine çözmüş biri üstelik. Sağlam bir şirkette çalışıyor yirmi senedir. Ama aralarına yeni katılan ve firmanın işleyişini eleştiren Betty Ann ile bayağı çekişme var aralarında. Bu arada Betty Ann’ın de, şirketin evli olan kalıplı patronuyla aralarında bir sevgili ilişkisi sürmekte.
Hikayenin ivmelenmesi bir akşam şirketin katıldığı bir gösteride, soygun düzenleme konusunda nice mahir bir sihirbazın Briggs ve Betty Ann’i hipnoz ile kendisine bağımlı kılışıyla gerçekleşiyor. Sihirbaz dedektife koruma dizgelerini kendi yaptığı binalardan değerli mücevherler çaldırıyor. Betty Ann’in kiraladığı ek araştırma görevlileri ise ortaya çıkarıyorlar olayın failini! Ve tutuklanıyor Briggs! Ama önce hapisten kaçmayı başarıyor, dahası sihirbazın yaptığı numarayı öğreniyor, herifi de polise enseletmeyi başarıyor.
Finalde de öykü boyunca düşman olduğu Betty Ann’i kapıp alıyor ayran gönüllü patronun elinden!
Woody zaman zaman asırlardır muzdarip olduğu çene ishaliyle bizleri mağdur etse de, filmin tamamına şirinlikler yaymış! Helen Hunt gibi başarılı bir oyuncu da, sert ve haşin oyunculuğuyla göz dolduruyor!
HOLLYWOOD ENDING, 2002
Festival karnesinde sıfır başarı bulunan, dahası IMDB çöplüğünde 6.5 gibi düşük bir puanla hiç dikkat çekmeyen, bizde Hollywood’vari Bir Son adıyla bilinen film çok tatlı bir incisi ustanın. Woody çok yaratıcı bir düşünceden yola çıkmış, yine şahane bir finalle noktalamış yapıtını.
Kahramanın adı Val bu kez; bir yönetmen. Eskiden gişe yapan filmler çekebilmiş, tutunmuş Hollywood denen arenada. Ancak on senedir kimse iş vermiyor kendisine. Çünkü sinirli biri olduğu için, bir yığın işi bırakmış, baş aktörü kovmuş, yapımcılarla dalaşmış. Bu nedenle kara listeye alınmış.

Eski eşi olan Ellie (Tea Leoni) ise bir yürütücü yapımcı. Zengin bir yapımcıyla evlenmek üzere. Adamın yeni filmi için Val’i ayarlıyor allem ederek, kalem ederek. Val oyuncu olmak isteyen, hafif meşrep bir kadınla yaşamakta; ilkin teklifi onur kırıcı bulsa da kabul ediyor. Ama önce Ellie ile neden kendisini bırakıp gitti diye dalaşıyor, sonra çekim öncesi yaşadığı gerginlik nedeniyle kör oluyor.
İlk 40 dakika böyle geçiyor. Sonrası ise oldukça matrak. Çinli bir kameramanla çekimler başlıyor paldır küldür. Val’ın asistanı önce bir başka Çinli, ardından onun yerini Ellie alıyor mecburen ve çekimler sayısız sinemasal falso ile tamamlanıyor. Tabii eleştirmenler ve seyirciden olumsuz tepki alıyor. Ama bu arada Ellie ile aradaki buzlar eriyor, yapımcı ile kadının arası da ortaya çıkan berbat film nedeniyle bozuluyor.
Ancak finalde görüyoruz ki Fransızlar filmi son 50 senenin en iyi aşk filmi olarak nitelendirmiş, alkışlamış. Son görüntüler Avrupa’ya hicret eden çifte ait. Woody çok tatlı bir film çekmiş, çene ishali ve yinelemeler ilk 40 dakikada sorun yaratsa da, sonrası sayısız sevimlilikle dolu. Oyunculuklar da çok iyi ayrıca.
MELINDA AND MELİNDA, 2004
Değerli çevirmenimiz Uğur Külünkoğlu’nun epey ter döktükten sonra Melinda ile Melinda şeklinde dilimize çevirmeyi uygun gördüğü film aslında Woody’nin alıştığımız bol çene ishalli çalışmalarından biri değil. İlginç bir yapısı var senaryonun.

Filmin başında dört senaryo yazarının bir kafede, sahici yaşamdan kaynaklanan olayların nasıl değerlendirileceği konusunda tartıştıklarını görüyoruz. Bunlardan Max trajediye, Sy ise komediye yatkın yazarlar. Yaşama da böyle bakıyorlar. Woody bir olay yaratmış bu ikili farklı farklı işlesin diye. Başlık buna gönderme yapıyor.
Melinda adında genç ve güzel bir kadın var. Kadın cerrah olan eşini ve iki çocuğunu çapkın bir İtalyan için terk etmiş ama Kazanova onu başından atmış. İntiharın eşiğindeki Melinda da bir arkadaşının evine giderek, ona misafir oluyor ve hayata tutunmaya çalışıyor. Melinda ile Melinda’nın böylece birbirine koşut ama farklı akan öykülerini izliyoruz. Birinde Max’ın, ötekinde Sy’ın bakış açısıyla.
Woody güç işin altından iyi kalkmış, hep sinema ve tiyatro çevresinden toparladığı tiplere hayat vermiş, gülümsetmiş, ya da hüzün şırınga etmiş sahnelere. Filmin bir festival başarısı yok, IMDB notu 6.4, ancak bence yığınla çekilmez Woody filmlerine oranla çok daha ilerde. Melinda’da Radha Mitchell, Laurel’de Chloe Sevigny, Susan’da Amanda Peet de gayet iyiler.
YOU WILL MEET A TALL DARK STRANGER, 2010
Değerlendirmelerden aldığı iki ödülü (2011 Alma’da en iyi oyuncu Antonio Banderas ve 2011 Golden Tariler’de en iyi film afişi) saymazsak; festival hanesi boş olan, bizde Uzun Boylu Esmer Adam başlığıyla bilinen filmi, Woody’nin iki bin sonrası utkularından biri olarak tanımlayabiliriz kolayca.

Woody müthiş ustalaştığı bir alana taşımış filmin omurgasını, yani çapraz ilişkilere, evliliklerin çatırdayıp sürçmelerin olduğu kırmızı noktalı alanlara, hatta yaşlılığa, insanların taze soluk almak için yaptıkları yanlışlara, pişmanlıklara.
Bu bağlamda farklı kahramanlarla dolu hikaye. İlk çiftimiz yaşlı Alfie ile Helena. Adam gençleşmek umuduyla boşuyor karısını ve seks işçisi, sekizinci sınıf oyuncu olan Charmaine ile hayatını birleştiriyor. Netice bir tutam bal olsa da, kadın boynuzlayıp duruyor bunu, hatta birilerinden hamile kalıyor. Helena ise kızının bulduğu sahtekar bir falcıyla hem olan biteni, hem de gelecekte karşılaşacaklarını öğrenmeye koyuluyor.
Bir başka karakter Alfie ile Helena’nın bir sanat galerisinde çalışan kızları Sally (Naomi Watts). Onun da işe yaramaz, gündüzleri şöförlük yapmaya bile dermanı yetmeyen, tıp öğrenimi yapmasına karşın roman yazmaya çalışan ama bunu da hakkıyla yapamayan bir eşi var, Roy adı. Sally aslında iş yerindeki yakışıklı patronu Greg’e aşık. Bu çiftin yaşamı da patronun başka bir kadına gönül düşürmesi, Roy’un ise karşı evdeki kırmızı giysili müzisyen kıza aşık olmasıyla parçalanıyor.
Helena finalde gizli güçlerle ilgili kitaplar satan bir sahafla birleşiyor, öteki kahramanların yaşamları ise zamanın akışıyla belirlenecek diyor Woody.
Woody kurguyu iyi yapmış, akışı iyi tutturmuş, buna iyi oyunculuklar da eklenince, ortaya sevimli bir yapıt çıkmış. Dahası yayınevine öldüğünü zannettiği bir arkadaşının yazdığı romanı götürüp övgü alan Roy’un, adamın postu deldirmeyip de, hastane odasında koma halinde yattığını gördüğünde şirin bir merak duygusuyla kaşınmaya başlıyoruz. Filmin IMDb notunun 6.3 olması ise bir gariplik walla!
MIDNIGHT IN PARIS, 2011
“Ölümsüzlüğe yapıtlarımla ulaşmak niyetinde değilim; buna ölmeyerek ulaşmak niyetindeyim”, “Ölmekten zerrece korkmuyorum, sadece ölüm gerçekleştiğinde orada olmak istemiyorum”, “1977 senesinde yıldız olmuştum ama ertesi sene ne olacaktım, kuşku içindeydim, kara bir deliğe de dönüşebilirdim pekala”, “Ben alt-kültürlerden gelen biriyim, önümde bira ve tıkınacak bir şeylerle beyzbol maçı izlemek tercihimdir”, “Hayatta ölümden ürkütücü şeyler de var: bütün bir akşamı sizi sigortalamak için çene yapan bir acenta sahibiyle geçirmek gibi”, “Paranın yoksulluktan daha iyi olduğunu söyleyebilirim herhalde”, “Mesleğini hakkıýla yapan emekçiler nasıl işlerine bağlıysa ben de sinema sanatına öyle bağlıyım; kendim için yapıyorum filmlerimi. Parmaklarımın işlemesi beni mutlu ediyor. Ölümümden sonra filmlerimin kubura atılması bile umurumda değil” özdeyişlerini sinemacı Gökhan Koçak’ın mavi ciltli defterine kurşun kalemle not aldığı ABD’nin çalışkan yönetmeni Allen’den çıtası makul yükseklikte bir çalışma Paris’te Geceyarısı.

Senaryo da yönetmene ait elbette. Amerikalı çift Gil ve Inez’i hikayenin başında Paris’e gelirken izliyoruz. Çift evlenmek üzere. Gil Hollywood için senaryolar yazan bir yazar. Paris’e aşık oluyor. Hatta yirmili yılların Paris’inin en muhteşem seneler olduğunu düşünüyor. Inez ise bu hayranlığı paylaşmıyor.
Inez’in bir gece arkadaşlarıyla dansa gidişi ise Gil’e beklenmedik bir olanak sunuyor. Geceyarısı önünde bir araba duruyor ve Gil yirmili yılların kahramanlarıyla dolu bir dünyanın içine düşüyor.
Paris’te Geceyarısı 2012 Akademi ödüllerinde Woody’e en iyi senaryo oskarı kazandırmış; ayrıca uluslararası festivallerde de 26 ödül sahibi. IMDB notu 7.7. Sevimli bir film; özellikle finali de çok tatlı.
TO ROME WİTH LOVE, 2012
“Eğer çektiğim bir film seyircilere kendini kötü hissettirmişse demek ki işimi başarmışım demektir”, “Nedenini bilmesem de filmlerim Fransa’da ABD’den daha çok beğeniliyor; ben bunu altyazıların dahiyane oluşuyla ilişkilendiriyorum”, “Benim Hollywood ile olan ilişkimi aşk-nefret diye değil de aşk-aşağılama şeklinde özetleyebilirim. Hollywood kanunları bana çile çektirmedi çünkü. New York’ta hür doğdum hür yaşadım hep. Holywood filmlerinin hepsini olmasa da bir kısmını severek izledim, yıģınla şey öğrendim onlardan”, “Hakkımda yaratılan efsanelerden ikisi şöyle: entelektüel olduğum söyleniyor, bunun nedeni gözlüklerim olsa gerek. Bir de filmlerim iş yapmadığına göre sanatçı kategorisine giriyormuşum”, “Gidin orduya katılın, dünyayı görün, ilginç insanlarla tanışın, sonra onları öldürün” özdeyişlerini sinemasever Gürsel Ilıpınar’ın mor kaplı defterine kırmızı tükenmezle yazdığı çalışkan Woody’den şahane bir çalışma Roma’ya Sevgilerle.
Senaryo yönetmene ait. Amerikalı turist Hayley’i öykünün başında Roma’da görüyoruz. Sokakta avukat Michelangelo ile karşılaşıyor; kadına aşık oluyor. Karşılıklı oluyor hem de bu yıldırım aşkı.
Hayley’in annesi bir ruhçözümcü, babası Jerry ise emekli bir müzik yapımcısı. İkisi Roma’ya geliyor kızın ailesiyle tanışmaya. Jerry, baba Giancarlo’nun duşta opera aryalarını söyleyişini duyduğunda büyüleniyor. Giancarlo kusursuz çünkü, eğitimsiz bir deha. Ama tek özelliği sadece duşta sabunlanırken bu aryaları söyleyebilmesi.
Roma’ya Sevgilerle’nin uluslararası festival karnesi nedense pek parlak değil; sadece 2 birincilik gözüküyor. Bence bir sene öncesinde Paris’te Geceyarısı‘nda topladığı sayısız ödül bunun nedeni olmalı. Oysa çok daha yaratıcı ve şahane bir film. Daha da tuhaf olan IMDB çöplüğunde filmin notunun 6.3 olması.
MAGIC IN THE MOONLIGHT, 2014
Woody ikibinonlu yıllara sevimli bir film daha bırakmış. Bir de olumlu yanı var filmin mahallemiz garibanları için. Çünkü bu kez Woody’nin kimi kez tüylerimizi diken diken eden çene ishali söyleminin yerine, sık sık Alman dehası Friedrich Nietzsche’den alıntılar dinleyerek, hayata bakışımızı yönlendiriyor, liseden bu yana ihmal ettiğimiz felsefe birikimimize tonla şey ekliyoruz. Yani bir taşla birkaç kuş vurduğumuz bir çalışma Sihirli Ay Işığı.

Filmin başında, üstün bir sihirbazın bir fili yok ettiği, bir dolabın içine kapatıldıktan sonra uzak bir yerdeki sandalyenin üstünde belirdiği, bir kadını hatır hutur kestiği bir gösteriyi izliyoruz. Bu yetenekli gözboyayıcı Stanley Crawford (Colin Firth). Wei Ling Soo adını kullanıyor sahnede ve Çinli makyajıyla çıkıyor seyircilerin önüne. Onu kimse gerçek yüzüyle tanımıyor dışarıda.
Bir gün eski bir arkadaşı, meslektaşı sahne gerisine gelerek üçkağıtçı olduğunu ileri sürdüğü genç bir medyum kızın bir ailenin parasını sömürdüğünü anlatıyor; bu sahtekarın ipliğini pazara çıkarmasını istiyor. Stan de kabul ediyor öneriyi. Ancak genç Sophie (Emma Stone) yaptığı tahminlerle çok etkiliyor sihirbazı. Hatta ilerleyen günlerde bir aşk doğuyor aralarında. Oysa kız evin hımbıl oğlunu tavlamış, evlilik hazırlıkları yapılıyor. Tabii finalde Stan’ın kızın nasıl doğru tahminler yaptığını anlıyor.
Sihirli Ay Işığı’nın IMDb notunun 6.5 olması tuhaf bence, ayrıca festival utkusunun da çok az sayıda oluşu (bir tanecik).
RIFKIN’S FESTIVAL, 2020
Woody, filmi San Sebastian Şenliği’nden aldığı esinle çekmiş besbelli. Amerikalı bir çift geliyor şenliğe, bunlardan Mort Rifkin bir sinema okulunda öğretim görevlisi, yazar. Epey de yaşlı. Adam bir roman yazma niyetinde, Azrail kapısını çalmadan önce. Eşi Sue ise şenliğe haber yapan bir gazeteci kimliğinde.
Şenlik sırasında Sue’yu, söyleşi yapacağı yetenekli genç Fransız yönetmeniyle aşk yaşarken izliyoruz, Barselona sokaklarını turlayan yaşlı yazarı ise, gönülçelen İspanyol doktor Jo ile kısa bir sevi serüvenine yelken açarken.
Woody duygusal ve akışlı bir film çekerken, sinema sanatını da artalana yerleştirmiş. Rüya ve hayal sahnelerinde bol bol klasiklere gönderme yapmış, başta Bergman (Persona, Yedinci Mühür) olmak üzere, Bunuel (El Angel Exterminator), Fellini (Sekiz Buçuk) filmlerinden çeşitli sahneleri yerleştirmiş kahramanlarının yaşadıklarına.

Mort Rifkin tipinde Woody’i canlandıran Wallace Shawn, Sue’da Gina Gershon ve İspanyol doktordaki Elena Anaya başta olmak üzere oyuncular cuk oturmuş rollerine. Dahası görüntü yönetmeni, süper Vittorio Storaro (24 Haziran 1940) da bir başka kahramanı filmin.
Ancak Rifkin’in Şenliği’nin de bir festival utkusu mevcut değil, şaka gibi ama sadece Feroz Ödülleri’nde en iyi afiş birinciliğiyle yetinmiş. IMDB çöplüğünde ise 6.1 gibi düşük bir nota sahip.
Yorum Gönder