(Mayıs 2024 sayımızdan)
Batmak üzere olan güneş ufuk çizgisine dayanmış, gökyüzü turuncu ve kızıl tonlara boyanmıştı. Öğlenin bunaltıcı sıcağı yerine bacaklarımı usul usul serinleten bir rüzgar gelmişti. Kulağımda oyun oynayan çocukların, yüzen, güneşlenen, sohbet eden insanların gürültüsü birbirine karışıyordu. Bu kargaşanın içinde kumdan kale yapmakla meşgul olan oğlumu izliyordum. Kırmızı kovasını kumla dolduruyordu oğlum. Yüzündeki ciddi ifadenin sevimliliği beni gülümsetiyordu. Anne yüreğim, bir mühendis edasıyla kaleler yapan çocuğumla gurur duyuyordu. Ancak suların damladığı balık desenli şortunu gördükçe hastalanacağından endişeleniyordum.
“Oğlum, hava serinledi. Hadi eve gidelim.”
Dalgalı saçlarının altında çatılan kaşlarıyla cevap verdi bana. Güneşten dolayı kısılmış ela gözleri ve sinirlenince alnında ortaya çıkan kırışıklık aynen babasını andırıyordu. Bu benzerlik içimi sızlattı.
“Ama anneannen seni özlemiştir. Evde yalnız kaldı.”
Çatık kaşlarında bir yumuşama gördüm sanki. Anneannesine olan sevgisiyle kumdan kale yapmaya olan tutkusu çarpışıyordu içinde.
Ancak kumdan kaleler galip geldi ve tekrar başını salladı. Onunla tartışmaya gücüm yoktu aslında. İşten alabildiğim birkaç günlük izinle annemin yanına gelirken biraz ferahlamayı ummuştum. İş stresine, yeni atlattığım boşanma sürecinin acılarına, sürekli akşam ne yemek yapacağım derdine ve elbette beş yaşında bir çocuğun getirdiği tüm sorumluluğa biraz olsun ara vermek istemiştim. Bıraksalar da günlerce yataktan çıkmasam, kafa dinlesem ne güzel olurdu. Annem sayesinde biraz rahatlamış ancak dertlerimi unutamamıştım.
“Hadi artık gidelim, yemek zamanı geldi.”
Şimdi de kumsalda oynayan diğer çocuklardan biriyle arkadaş olmuştu oğlum. Ondan bir iki yaş daha büyük görünen bu çocukla beraber kovayı doldurmayı bitirip ters çevirdiler. Çocukların kovayı kaldırıp yarım yamalak bir kale elde etmesini izlerken gözlerime ağırlık çöküyordu adeta.
“Oğlum, hadi!”
Anne olmayı onun varlığını ilk hissettiğim günden itibaren çok sevdim. Kalp atışlarını ilk kez duyduğum an hayatımın en mutlu anıydı. Onu ilk kez kucağıma aldığımda onun için her fedakârlığı yapabilecek güçte hissetmiştim kendimi. Ancak şu gibi anlarda hiç doğmasaydı hayatım nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyordum. Bu düşünce aklımdan ok gibi geçip giderken suçluluk duygusu tüm benliğimi kapladı. O hayatımın en değerli varlığıydı. Ancak doğduğu günden itibaren hayatımda pek çok şey değişmişti. Özel günleri unutmayan, çok iyi anlaştığım, âşık olduğum adam; çocuğumuz doğduktan sonra farklı bir insana dönüşmüştü. Yeni doğmuş bebeğimizin tüm ihtiyaçlarıyla ben ilgilendiğim hâlde her şeyden şikayet eder olmuştu. Ne oğlumuz ne de ben onu mutlu etmeye yetmiyorduk belli ki. İşten eve döndüğünde öfkemizi birbirimize kusmaya, sürekli birbirimizi suçlamaya başlamıştık. Böylece çoktan bitmiş olan aşkımızın küllerini de savurarak, sancılı bir boşanma sürecinin ardından evliliğimizi sonlandırmıştık iki ay önce.
“Oğlum, gidiyoruz artık!”
Beni hiç duymamış gibi davranıyordu oğlum. Aklı hâlâ yeni edindiği arkadaşıyla birlikte kale yapmaktaydı. Bu sefer beni ciddiye almasını istediğim için eşyaları toparladım.
“Ben gidiyorum.”
“Hayır!”
Babasının minyatürü gibi karşımda duran oğluma bakarken kendimi çok yorgun hissediyordum.

Mücadele etmekten, tüm gün onun peşinde koşturmaktan, babasının niye eve gelmediğini soran beş yaşında bir çocuğa boşanmanın ne demek olduğunu açıklamaktan, özlemekten ve öfkeden yorulmuştum.
“Beş dakika sonra gidiyoruz o zaman.”
Hemen hevesle kale yapmaya geri döndü. Derin bir nefes alıp tekrar şezlonga oturdum. Gözleri gibi inadını da babasından almıştı güzel oğlum.
. . .
Kapak görseli: Image by fwstudio on Freepik
Yorum Gönder