(Mayıs 2024 sayımızdan)
Charlie Chaplin‘in “dünyanın en büyük yönetmeni” şeklinde tanımladığı, Orson Welles‘in, hakkında “böylesi bir yönetmen bir daha yetişmez” dediği, Fransızların izlenimci dev ressamı Auguste Renoir‘ın (25 Şubat 1841, Limoges- 3 Aralık 1919, Cagnes-sur-mer) değerli oğlu Jean 15 Eylül 1894 Paris doğumlu, 12 Şubat 1979’da Beverly Hills, Los Angeles, CA’da öldüğünde IMDB kayıtlarına bakılırsa geride senarist olarak 40, yapımcı olarak 11, oyuncu olarak 12, yönetmen olarak 42 adet film bırakmış.

LA CHIENNE, 1931
Ustanın otuzlu yıllarda yaptığı bu ikinci sesli filmini kolayca ilk başyapıtı olarak tanımlayabiliriz. Renoir bir roman uyarlaması yapmış, Georges de la Fouchardiere’in (1 Şubat 1874- 10 Şubat 1946) aynı adlı yapıtından beyaz perdeye aktarmış bizde Sürtük diye bilinen filmi.
Hikayenin kahramani Lulu oynak bir kadın; bir yanda kendisine tutkun kentsoylu, saygın sevgilisi Legrand var, öte yanda işe yaramazın biri olan Dede. Legrand’ın kadını yatakta Dede ile yakalaması ve cezalandırması (ölüm ile taçlandırıyor) ise ilginç bir finale sürüklüyor filmi. Toplumun değer yargılarının ayrıcalık sunduğu Legrand tereyağından kıl çekercesine sıyırıyor kendisini cinayetten; ipsiz sapsız Dede oturuyor suçlu sandalyesine! Renoir’in toplumun ikiyüzlülüğüne, adaletsizliğine tokat savurduğu sert bir çalışma Sürtük, günümüze dipdiri kalmış bir klasik. Lulu’yu başarıyla canlandıran Janie Marese’in (23 Mayıs 1908- 14 Ağustos 1931) çekimlerden hemen sonra bir trafik kazasında gencecik yaşta hayatını kaybetmesi ise büyük talihsizlik.
BOUDU SAUVÉ DES EAUX, 1932 Ustanın 1932 senesine sunduğu iki filmden La nuit du Carrefour ne kadar tatsız tuzsuzsa, Boudu Sauvé des Eaux o kadar başarılı bir çalışma. Renoir filmi, 14 yapıtı sinema ve televizyona uyarlanan Rene Fauchois’nin (31 Ağustos 1882- 10 Şubat 1962) aynı adlı yapıtından uyarlamış.

Hikayenin kahramanı Boudu düşkün bir evsiz. Bir gün Seine nehrine atlayıp da canına kıymak istediğinde Lestingois hayatını kurtarıyor. Lestingois iyi huylu bir kitapçı. Boudu’yu alıp evine götürüyor, barınmasını sağlıyor sıcak bir yuvada. Ama Boudu iyilik bilecek cinsten biri değil; tembel, pis pasaklının teki. Üstelik Lestingois’nin karısına da sarkıntılık ediyor. Ev sakinlerinin (kitapçının karısı, hizmetçi Anne-Marie filan) şikayetçi olduklarını görüyoruz sonrasında. Renoir sık sık kullanacağı izleklerden sınıfsal farklar üstüne kurmuş bu çok sivri bir gülmece duygusuyla yüklü çalışmasını. Başoyuncusu Michel Simon’dan da iyi yararlanmış. Boudu içerdiği yırtıcı hiciv nedeniyle ABD’de 1967’ye, İngiltere’de 1965’e kadar gösterim yasaklıymış. Dahası Fransa’da gösterime girdiğinde bayağı olaylar çıkmış karşı-kahramanın abartılı edimleri yüzünden!
Boudu Steven Schneider’in Ölmeden Önce Mutlaka Görmeniz Gereken 1001 Film başlıklı kitabına da girmiş. Renoir’in filmdeki asistani Jacques Becker’i filmin başında bir bankta oturan şair rolünde görmek ise eğlenceliydi.

MADAME BOVARY, 1934
Kozanlı Tugi Baba 2011 güzünde Karanfildereli sinemaseverlerle yaptığı söyleşide, çağcıl romanın öncüsü olarak işaret ettiği dev yazar Gustave Flaubert‘in (12 Aralık 1821- 8 Mayıs 1880) 1857 senesinde yayınlanan ölümsüz romanı Madame Bovary için “Ne kadar olumlu söz söylense azdır”, demişti bembeyaz pırıl pırıl dişlerini müminlere göstererek.
Yaşadığı sıkıcı ve sıradan taşra hayatından kurtulabilmek için sınırlarını umutsuzca zorlayan Emma’nın öyküsü sayısız yönetmen tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak beyazperdeye aktarıldı kuşkusuz ama bazıları feciydi (en kötüsü kuşkusuz Chabrol ustanın yaptığıydı), bazıları orta karar (örneğin mahallemizde çok sevilen Edwige Fenech’in dolgun vücuduyla şenlendirdigi, Hans Schott-Schobinger’in beceriksiz ellerinden çıkan Die Nackte Bovary). Renoir’in Emma destanı mahallemizde bilinen en başarılı Flaubert uyarlaması. Belki hikayenin kahramanı Valentine Tessier (5 Ağustos 1892- 11 Ağustos 1981) tanrıça Edwige (24 Aralık 1948) kadar fıstık değil ama kifayetsiz muhteris Emma kişiliği için daha kusursuz bir model oluşturuyor. Madame Bovary yönetmene 1934 ABD eleştirmenler derneğinin en iyi yönetmen ödülünü getirerek ilk uluslararası utkusunu kazandırmıştı.
LE CRIME DE MONSIEUR LANGE, 1936
Bizde Bay Lange’ın Suçu adıyla bilinen film Renoir’in elbette düzgün işlerinden biri; ama içerdiği toplumcu iletiyle yönetmeni sol cepheye yanaştırmış ve sevdirmiş olmasıyla da tarihi bir önem taşıyor.

Özgün hikaye Katalan ressam Jean Castanier‘ye ait. Renoir senaryo için Fransızların baba şairlerinden Jacques Prévert (4 Şubat 1900- 11 Nisan 1977) ile birlikte çalışmış. Ancak şöyle de bir söylentiden söz etmişti mahallemizin sinema tutkunlarından Levent Şahin: Castanier çamaşırhanede çalışan emekçilerin bir araya gelip birlik oluşturdukları bir öykü kuruyor ve bunu otuzlarda Renoir’in asistanlığını yapan Jacques Becker ile paylaşıyor. Becker de bundan Renoir’a söz edince ustası sahip çıkıyor tasarıya!
Dev Adam Levent şöyle devam etmişti: Becker öfkeleniyor ustasının yaptığına, bu nedenle bir süre çalışmıyor Renoir ile! Gelelim filme: Batala rezil biri, baskı işleriyle uğrasıyor, kötü davranıyor işçilerine, kadınlara sarkıntılık ediyor. Lange onun işçilerinden biri. Üstelik de Batala’nın uçan kuşa bile borcu var. Batala alacaklılarından kurtulmak için bir numara düşünüyor; böylece ortadan kayboluyor. İşçiler de matbaaya sahip çıkıp sosyalist bir işletim modeli yaratıyor. Renoir öyküsünü ustaca anlatmış, oyuncularını iyi yönetmiş; Bay Lange’in Suçu belki bir başyapıt değil ama günümüze sağlam gelmeyi başarmış otuzlu yılların ürünlerinden biri.
LES BAS-FONDS, 1936
Renoir 1936 senesini çok yoğun geçirdi; yönetmenin hızlı sosyalist günleriydi bunlar. Le Crime de Monsieur Lange işçilerin bir işletmeye el koyuş öyküsüydü, 8 yönetmenli La Vie Est a Nous ise Fransız Komünist Partisi’nin propaganda filmiydi (Jacques Becker, Henri Cartier-Bresson, André Zwoboda, Pierre Unik gibi yönetmenler yer alıyordu toplamda).

Les Bas-Fonds büyük Rus yazarı Maksim Gorki‘nin (28 Mart 1868 – 14 Haziran 1936) bizde Ayak Takımı Arasında başlığıyla bilinen (Rusça özgün adı Na Dne) 1901 senesinde yazdığı oyundan bir uyarlama. Türkçesi Vala Nurettin’e ait olan oyun bizde ilk kez Şehir Tiyatroları’nda oynanmış, sonra Ankara Devlet Tiyatrosu ve birçok topluluk tarafından sahnelenmiş. Oyun yeraltında izbe bir barınakta hayata tutunmaya çalışan ayak takımının arasında geçiyor.
Devlet düzeninin çöktüğü bin dokuz yüzlerin başında Rusya’da yaşayan kaybedenlerin, tüm umutlarını yitirmiş insanların yaşam hikayelerini dillendiriyor. Senaryoyu Renoir, Charles Spaak, Yevgeni Zamyatin ve Jacques Companez ekip çalışması içinde yazmış. Renoir iki baş kişiye yoğunlaşmış hikayesinde. Pepel hayatın içinde pişmis kavrulmuş, özgüven dolu bir hırsız; Baron ise varlıktan yokluğa balıklama iniş yapmış, çaptan düşmüş bir soylu eskisi. Renoir öyküyü sayısız ayrıntıyla bezemiş, toplumsal artalanı da başarıyla verip düzgün bir işe imza basmış. Ayak Takımı Arasında 1936 Louis Delluc ve 1937 ABD sinema yazarları ödülleriyle alkış almış bir çalışma.
LA GRANDE ILLUSION, 1937
1939 ABD Akademi ödüllerinde en iyi film dalında oskara aday gösterilen, netice alamasa da 1937 Venedik’te sanata katkı dalında ödüllendirilen, ayrıca 1939 ABD sinema eleştirmenleri ve 1939 New York film eleştirmenlerinin bol alkışlarıyla onurlandırılan, bizde Harp Esirleri başlığıyla gösterime giren La Grande Illusion (çevirmen Hüseyin Ünlü

“Büyük Yanılgı” ismini önermişti) ustanın yapıtları arasında önemli bir yere sahip kuşkusuz. Kozanli Tugi Baba da bunu onaylamıştı. Senaryo Charles Spaak ve Renoir’in kalemlerinden çıkma. Olaylar Birinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Sene 1916. Almanların havacı komutanı Von Rauffenstein bir Fransız uçağını indiriyor ve içindeki iki subayı esir alıyor. Esirlerden yüzbası Boeldieu soylu biri, yardımcısı teğmen mareşal ise isçi sınıfından bir mekanisyen. İkiliyi Alman komutan son derece saygılı karşılıyor. İlerleyen sahnelerde iki esirin bir kampa götürüldüğünü, burada Yahudi bankerin teğmen Rosenthal ile dostluk kurduğunu izliyoruz. Ve ikilinin firara kalkıştıklarını ve başardıklarını. Harp Esirleri canlı anlatımı, parıltılı görüntüleri, kişiliklerin derinlikli verilişi, merak ögesinin son sahneye kadar diri tutuluşuyla ustanın bugüne kalmış yapıtlarından. Ancak yine de hapishane sahnelerinde, mahkumların kadın giysili eğlence sekansları, fazla Fransız bulduğum muhabbetler tempoyu ağırlaştırıyor ve gereksizce uzatıyor anlatıyı. Harp Esirleri filmin asistanı Jacques Becker’e başyapıtı Tünel için de esin vermiş olmalı.

LA BETE HUMAINE, 1938
Ustanın Fransız romancı Emile Zola’nın (2 Nisan 1840- 28 Eylül 1902) bizde Hayvanlaşan İnsan başlığıyla bilinen okkalı romanından uyarladığı La Bete Humaine için günümüze de dipdiri gelmiş, taş gibi bir film diyebiliriz kolayca. Senaryoyu yönetmen yazmış. Kahraman Jacques Lantier Paris ile Le Havre arasında gidip gelen ekspreste makinistlik yapan bir emekçi.
Lantier’nin ataları bayağı içkiciymiş, bunun ceremesini çekiyor genç adam. Zaman zaman nöbetler geçiriyor, beraber olduğu, sevdiği kadınların boğazını sıkmaya neden oluyor bu nöbetler. Lantier bir gün trende istasyon şefi Roubaud’nun kıskançlık nedeniyle karısının aşığı ihtiyar Grandmorin’i öldürdüğünü görüyor. Kadının adı Séverine, doyumsuz biri. Lantier’yi de ayartıyor, hatta kocasını da öldürmesi için kışkırtıyor ama makinist beceremiyor bunu. Final oldukça sert, Lantier’nin kadını öldürmesi ve kendi canına kıymasıyla sona eriyor film. Hayvanlaşan İnsan ayrıntılı çizilmiş tipleriyle, akışlı anlatımıyla, kameraman Curt Courant’in görkemli görüntüleriyle, Joseph Kosma’nın sahneleri yükselten müzikleriyle, etkili oyunculuklarla (Jean Gabin, Simone Simon, Fernand Ledoux filan) çok başarılı bir film. Hayvanlaşan İnsan 1939 Venedik’te Mussolini kupasına adaymış ama neticeye gidememiş.
LA REGLE DU JEU, 1939
Renoir’in bizde Kocası ve Aşığı başlığıyla gösterime giren (usta çevirmen Hüseyin Ünlü başlığın “Oyunun Kuralı” şeklinde çevrilmesi gerektiğini buyurmuştu) ve otuzlu yıllardaki son ürünü olan çalışması mahallemizde keskin bir mücadeleye (a olabildiğince kısa okunmalı) neden olmuş; Gökhan Koçak yönetmenin en

okkalı filminin Hayvanlaşan İnsan olduğunu haykırırken, diklenmeleriyle Uranüs’te bile korku yaratan Gökhan Diker Oyunun Kuralı‘nın üstüne film tanımam, diye falçatasını çekerek ürkütücü bir nara atmıştı. Senaryo Renoir ile Carl Koch’un kalemlerinden çıkma. Olaylar İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde geçiyor. Renoir o çok iyi bildiğimiz, kentsoylulara duyduğu nefreti filmine şırınga etmekte nice mahir gözüküyor, kendisinin de oyuncu olarak yer aldığı anlatıda. Renoir 110 dakika boyunca Fıransız kentsoylularının yaşam tarzını, çarpık tavır ve ilişkilerini alaycı bir bakış açısıyla sergilemiş; kaba güldürüyle başlamış, oldukça acıklı noktalamış. Yani ahlak yoksunu mahluklar hakkında ahlaki bir film üretmiş. Oyunun Kuralı 2006 On Line Film & Television Association ve 1966 Bodil ödüllerinden birkaçını topladığı gibi, 1939 Faro Adaları festivalinin de yıldızı olmuştu.
Yorum Gönder