Bahar yatak odasındaki gardırobun kapaklarını, çekmecelerini sonuna kadar açtı. Bütün kıyafetlerini, çekmecelerin içinde ne var ne yok çıkarıp yatağının üzerine bıraktı. Hoşuna giden her kıyafeti satın almak istemesine rağmen zaman içerisinde birçoğunu hiç kullanmadığını fark etmiş, artık bu giysi kalabalığından rahatsız olmaya başlamıştı. İnsanın dilediği kıyafete, dilediği eşyaya, dilediği takıya erişme kolaylığı bir süre sonra karmaşaya neden oluyor, bu kadar seçenek arasından ne giyeceğini seçmek düşüncesi bile onu yoruyordu. Havanın da soğuk ve yağmurlu olduğu o gün, yatağın üstünde küçük bir tepe gibi yığılmış kıyafetlerden kullanmadıklarını ayırmak için oldukça uygun bir zamandı.
Mutfakta kendisine bir kahve hazırladı, radyonun sesini açtı. Kulağına gelen müzik ve yıllar içerisinde kullandığı kıyafetlerin yarattığı nostaljik atmosfer, üzerinden uzun zaman geçmiş olsa da bazılarını giymiş olduğu günleri, o günlerin insanlarını, o günlerin sohbetlerini, o günlerin yaşanmışlıklarını anımsatıyor; neredeyse tüm canlılığı ile o günleri yeniden yaşıyordu. Bazı kıyafetler onu çalıştığı işyerinin toplantı odasına; bazı kıyafetler eşi ve arkadaşları ile çıkmış oldukları bir yolculuğa; bazıları doğum günlerine, evlenme yıldönümlerine; bazısı ise yıllar geçse de bağların kopmadığı okul arkadaşlarıyla gençliğin, arkadaşlığın, dostluğun kutsandığı buluşmalara, toplandıkları otellerin resepsiyonlarına, yemek salonlarına taşıyordu.
Eline aldığı kısa kollu, yaka dekoltesi oldukça iddialı, siyah mini kadife elbisesi Bahar’ı koyu lacivert denizi uzaktan gören, her tonda yeşile bezeli bir ormanın içine kondurulmuş o otele götürdü. Otuz yıldır görmediği üniversite arkadaşları ile buluşmak için Derman’la birlikte gelmişti otele. Odada, siyah kadife elbisesini giymiş, heyecandan yerinde duramıyor; yol boyunca yaptığı gibi sürekli konuşuyor, gördüğünde arkadaşlarını tanıyıp tanıyamayacağından korkuyordu. Derman, “Öyle anlattın ki ben bile neredeyse hepsini tanırım,” demiş ve Bahar’ın heyecanı karşısında onunla şakalaşmadan edememişti: “Kokteyle katılmak istemiyorum; akşam yemekte görüşürüz, ama tanıyamadığın biri olursa beni çağırırsın.’’
Kokteyl salonuna girdiğinde gördüğü kalabalık karşısında şaşkına döndü. Bistro masaların etrafında gruplaşmış kalabalığın arasında sınıf arkadaşlarının toplandıkları masaları ayırt etmesi uzun sürmedi. Görünümler ne kadar değişmiş olursa olsun insan bu tür toplantılarda, yeniden gençleşiyor, okul dönemindeki hareket tarzına, konuşma şekline kolaylıkla geri dönüyor; yetişkin bir adam, yetişkin bir kadın olmayı bırakıp, yirmili yaşlarındaki gençlik halleriyle o masadan bu masaya dolaşıp duruyordu.
Bir süre sonra kucaklaşmalar sıkı sıkı sarılmalara, gülümsemeler kahkahalara yerini bıraktı. Şimdi, “Nerede yaşıyorsun? Ne iş yapıyorsun? Evlendin mi? Kiminle? Çocuk var mı?” soruları arasında, herkes birbirinin ailesiyle de tanışmaya çalışıyordu. Yan yana gelen her grup gülümseyerek bir objektife poz veriyor sonra diğer gruplara katılıp başka objektiflere poz vererek bu anları kayda alıyordu.
Yıllar sonra ilk defa karşılaşmanın verdiği heyecan ve şaşkınlık hali geçip, meraklar bir nebze giderildikten, herkes gülümseyen yüzüyle fotoğraflarda yerini aldıktan sonra, okul yıllarında ders saatleri dışında kalan zamanın neredeyse tamamını birlikte geçirdiği; acı tatlı birçok olayı birlikte yaşadığı; birlikte gezip eğlendiği; ve, çok sevdiği halde, otuz yıldır görüşemediği en yakın arkadaşlarıyla aynı masa etrafında bir araya gelmeyi başarmıştı. Ne çok özlemişlerdi birbirlerini. Bir tek Selim gelmemişti buluşmaya. Mehmet, Selim’le uzun süredir görüşmediklerini, Selim’in de evlendiğini, iki çocuğu olduğunu, yurt dışında yaşadığını söylemişti.
Her biri orta yaşı çoktan geçmiş, bazılarının saçları beyazlamış, bazısı yaşından genç, bazısı ise yaşından büyük gösterir olmuştu. Okul döneminin suskunları artık konuşuyor, haylazları ise yaşla birlikte biraz daha olgun ve ağırbaşlı duruyordu. Tarz ve davranışları yıllar içerisinde pek değişmemiş olanlar da vardı. Kız arkadaşları daha da güzelleşmiş, erkekler zamana biraz daha yenik düşmüştü. Öte yandan, zamanın kızların lehine görünmesinde saç boyalarının, makyaj malzemelerinin, giymiş oldukları kıyafetlerin etkisini fark etmemek erkek arkadaşlarına haksızlık olurdu.
Bahar bunları düşünürken, grup içinde sohbetin koyulaştığı bir anda, Mehmet kulağına eğilerek, yavaşça “Gözlerini kapa, ellerini aç,’’ dedi. Bahar nedenini sorsa da gülümseyerek gözlerini kapattı ve ellerini açtı. Mehmet avcuna bir şey bıraktı; metalik bir şey. Gözlerini açtığında avcunda üzerinde isminin yazılı olduğu, oval gümüş bir kolye buldu. Kolyeyi hemen tanımıştı Bahar. Bu, Selim’in kendisine otuz üç yıl önce, bir yaz tatilinden dönüşte hediye olarak getirdiği kolyeydi: Selim’in kendisine olan duyguları arkadaşlığın ötesindeydi; oysa kendisinin Selim için hissettikleri arkadaşlık boyutunu asla geçmemişti ve Bahar, arkadaşının getirmiş olduğu bu hediyeyi kabul etmeyi anlamsız bulduğu için geri çevirmişti. Selim, “Üzerinde senin adın var Bahar, ben ne yapacağım bu kolyeyi?” diye sorduğunda ise, okulda aynı adı taşıyan başka birine verebileceğini söyleme hadsizliğini göstermişti.
“Bu kolyenin sende ne işi var?” dedi Mehmet’e, Bahar. Çok şaşırmıştı.
“Sen almayınca, ne yaparsan yap, diyerek bana vermişti Selim. Ben de o günden beri saklıyordum,” dedi Mehmet.
Bunca yıl sonra kolye dönüp dolaşıp kendisine geri gelmişti. Ne düşüneceğini, ne hissedeceğini bilememişti. Mehmet’in, arkadaşının yaşanmışlıklarını, duygularını, emanetini bu kadar yıl saklayıp, kendisine getirmesi de çok duygulandırmıştı Bahar’ı. Gözleri doldu.
Gözleri ıslak, elinde kolye, hâlâ şaşkın bir halde odaya geldiğinde olan biteni kocasına anlattı. Derman’ın da gözleri doldu, birbirlerine sarıldılar. “Bu kolyede; bugün dahi özlemi duyulan arkadaşlar, emanete sahip çıkan dostlar, masumca yaşanmış aşklar, başımızda kavak yelleri estiren gençliğimiz, iyi ki yaşamışız, dediğimiz ve diyeceğimiz günler saklı,” dedi Derman. El ele akşam yemeğine indiler.
Bahar anılardan silkinip evinin yatak odasına geri döndüğünde, elindeki siyah elbiseyi kullanmayacağı kıyafetlerin; bu kıyafetle yaşadığı günü de yaşanmışlıklarının arasına koydu. Anımsamak için bu kadar çok kıyafeti elinde tutmasına ihtiyacı yoktu. Yatağın üstündeki öbeği hızlı hızlı ayıklamaya devam etti. Kullanmadıklarını valizlere doldurdu. Yaşanmışlıklarının arasına koydukları, valizlere koydukları ile kıyaslanamayacak kadar çoktu. Kullanılmayan kıyafetler başka yaşanmışlıklara tanıklık etmeli, gardıroplara hapsedilmemeliydi…
Yorum Gönder