2011 yılında yitirdiğimiz Doktor, Şair, İnsan Mümtaz Pirinçciler’in anısına ithaf edilmiştir
Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
Gidecek yer ne kadar uzak olabilir? *
Yıllardır aradığım şeyi buldum. Nasıl da düşünememiştim onu burada bulabileceğimi? Kitabı açtım, işte karşımda. Onun en sevdiği şairlerden birinin şiirlerinin arasında, o zarif el yazısıyla, 1985 yazında, hep gittiğimiz öğrenci kahvehanesinde küçük bir kâğıda yazdığı kendi şiiri:
Kıyılara yatamam ki ben
Düşünceler üstü, yüz üstü
Örülen ağlarda kaybolmak da var
Balıklara rezil olmak da
O gün, o şiirin yazıldığı gün, üzerinde şiirin yazılı olduğu o kâğıda el koymuş, karşılığında çayları ben ısmarlamıştım. Çok iyi bir yatırım yaptığımı söylemiştim ona. Nasıl olsa ileride ünlü bir şair olacaktı ve bu kâğıt parçası da çok değerlenecekti. İki çaya ünlü bir şairden bir şiir, hem de kendi el yazısıyla. Çok karlı bir iş bu oğlum, dedim; o kahkahayı koyuverirken ben ikinci çayları söylüyordum.
O küçücük kâğıdı hep cüzdanımda sakladım. Benimle kentler, kasabalar, köyler, ülkeler gezdi. Yıllar sonra, yani kepler havaya atılıp diplomalarımız ellerimize tutuşturulduktan, ikimiz de insanımıza şifa dağıtmak üzere bir bilinmeze, sorumluluklara, yetkilere, korkulara,hayata yollandıktan sonra bu kâğıt, karlar altında unutulmuş bir kasabanın küçük bir kahvehanesinde, etrafında üç-beş insanın toplaştığı rengi kızıla dönmüş bir sobanın başında cüzdandan çıkarıldı ve yabancı bir seyyaha okundu. Seyyah kâğıdı elimden alıp şiiri birkaç kez okuyup geri verdi. Kendisine ve bana birer çay söyledi, iki sigara sardı, çaylar gelince sigarasını ve sigaramı yakıp başladı: Kıyılara yatamam ki ben, düşünceler üstü, yüz üstü; kıyılara yatamam ki ben düşünceler üstü yüz üstü; kıyılara yatamam ki ben… Dumanını, gözlerini diktiği boşluğa doğru savura savura peş peşe iki sigara daha içip yerinden kalktı, atkısını boynuna sarıp beresini kafasına geçirdi, eldivenlerini eline aldı, Allaha emanet ol, dedi; gitti.
Haftalar sonra, iki yabancı, bu kez şair ile seyyah, yine karlar altında unutulmuş başka bir kasabada, şairin kasabasında, bir kahvehanede, yine rengi kızıla dönmüş ama kudreti camlardaki kemik gibi buzlara yetmeyen bir sobanın etrafında sarma sigaralarını tüttürüp zift gibi koyu çaylarını yudumluyorlardı. Seyyah kasabadaki ilk gününde, gece geç bir saatte, yerlere kadar uzanan, yakası kürklü kalın paltosu, tiftik yününden beresi, atkısı ve gıcır gıcır deri eldivenleriyle kahvehaneye girdiğinde, şair sırtı sobaya ve kapıya dönük, sandalyesine yan oturmuş, sağ kolunu sandalyenin arkalığına dayamış, kahveciyle konuşuyordu. Seyyah selamünaleyküm deyip bir sandalye çekti sobanın yanına. Eldivenlerini çıkarıp avuçlarını sobaya yaklaştırarak ısınmaya çalıştı. Çay istedi. Tütününü kağıdını çıkarıp bir sigara sardı, içer misin diye uzattı şaire. Şair dönüp yabancıya baktı, sonra uzanıp sigarayı aldı. Sandalyesini yabancıya doğru çevirdi, bir sigara daha sarmasını bekledi; yabancısınız, dedi. Seyyahım aslında, dedi yabancı. Şair, ben de yabancıyım ama seyyah değilim, dedi, iki yıldır bu kasaba bana emanet, ben de bu kasabaya. Ben hayatın kıyısında dolaşıyorum, sen ise kıyılara çıkamıyorsun demek ki, dedi seyyah. Kıyılara yatamam ki ben düşünceler üstü, yüz üstü, dedi şair. Örülen ağlarda kaybolmak da var, balıklara rezil olmak da, diye ekledi seyyah.
Seyyah ortadan kaybolduktan çok sonra, bir gece, gecenin geç bir saatinde, akşamdan beri o sobanın başında oturup pencereden dışarıya, erimeye başlayan buzların ardındaki geleceğine bakan şair yerinden doğruldu, kahveciye döndü, Allaha emanet ol, dedi.
Şairi o kasabada bir daha gören olmadı. Kimileri onun gemilerde çalıştığını söyledi. Yeni kıtada kabilelerle yaşadığını söyleyen de oldu, eski kıtada bir metropolde görüldüğünü söyleyen de. Kimi bir tarikata girdiğini söyledi, kimi de dağ başında inzivaya çekildiğini. Hepsine inandık. Öldüğünü söyleyen bile oldu. İnanmadık.
*İsmet Özel/ Mataramda Tuzlu Su/ Celladıma Gülümserken…
Yorum Gönder