Filmden söz etmeden önce kuşkusuz Peter Greenaway’in, bu çok orijinal İngiliz yönetmenin bir sinemacı olarak ayırt edici özelliklerine kısaca değinmek gerekir. 2014’te BBC kanalındaki Newsnight programında Kirsty Wark ile söyleşirken, Greenaway, “Bana kariyerime ressam olarak başlamama karşın neden film yönetmeni olarak devam ettiğim sorulduğunda, tabloların müziği (“soundtrack”) olmamasından düş kırıklığı yaşadığımı söylerim,”[1] der. Evet, Greenaway ressamdır ve filmlerinin tamamı her anlamda (tasarım/sanat yönetimi, ışık kullanımı, mizansen ve kamera hareketleriyle) birer tablo niteliğindedir; müzikler de adeta bu tablolar için bestelenmiştir. (80’li yıllarda Greenaway-Michael Nyman işbirliğinin ürünü, sıradışı güzellikteki film müziklerini kim unutabilir?) Greenaway’i 80’lerin başında uluslararası şöhrete taşıyan ilk film (kariyerindeki ikinci uzun metraj filmi) olan TheDroughtman’s Contract (Ressamın Kontratı – 1982)’dan bu yana resim sanatı zaman zaman başlı başına bir tema, zaman zaman da mesajın aktarılmasında etkin bir araç, bir enstrüman olarak karşımıza çıkıyor.
Bazı eleştirmenler Greenaway’in yapıtlarını okurken, yönetmenin, sinemayı bir araç olarak kullanarak resim sanatını ve müziği birleştirdiği görüşünde. Neden olmasın? Özellikle 2000’li yıllardaki projeleri bu yaklaşımı çok anlaşılır kılıyor.
Greenaway 80’lerde ve 90’larda sinema tarihine damga vuran The Belly of an Architect (Mimarın Göbeği – 1987), Drowning by Numbers (Sayılarda Boğulmak -1988), The Cook, The Thief, His Wife & Her Lover (Aşçı, Hırsız, Karısı ve Karısının Aşığı -1989), Prospero’s Books (Prospero’nun Kitapları -1991), The Pillow Book (Tual Bedenler – 1996) gibi (ve bunlarla sınırlı olmayan) önemli yapıtların ardından, 2000’li yılların ilk yarısında, çıktısı dört film (2003-2005), 2 kitap (2004) ve çeşitli multimedya sergileri (2008-2011) olan The Tulse Luper Suitcases (Tulse Luper’in Çantaları) adlı multimedya projesine odaklandı. 2006’da ise Nine Classical Paintings Revisited (Yeniden İncelenen Dokuz Klasik Tablo) adlı dijital enstalasyon projesine başladı, ki bu çalışmanın temelini Nightwatching adlı filmimize de konu olan tablo oluşturuyordu: Rembrandt’ın Amsterdam’da Rijk Müzesi’nde (Rijksmuseum) sergilenen Night Watch (Gece Nöbeti) adlı eseri. Greenaway eş zamanlı olarak Hollandalı Ressamlar Projesi şeklinde adlandırdığı sinema filmleri serisine de başladı. Zira Greenaway tüm sanatının özellikle Hollanda Altın Çağı (Onyedinci Yüzyıl) ressamlarından oldukça etkilendiğini söyler: “Tüm resim sanatı tarihinin en başarılı dönemi Hollanda Altın Çağı’dır ve ben de eserlerimde bu dönem yapıtlarına çok gönderme yaparım… Hollanda Altın Çağı sanatın en demokratik ve gerek görünür haliyle gerekse alegorik düzeyde halkın çoğu tarafından en anlaşılır olduğu bir dönemdi. . . Ben de filmlerimin Hollandalı ressamların tabloları gibi, hem görünür hem de alegorik anlamlarıyla izleyiciye ulaşmasını isterim.”[2]
2007 tarihli Nightwatching Hollandalı Ressamlar serisinin ilk filmi olup, bunu 2008 tarihli ve bu filmin bir gerekçesi gibi de değerlendirilebilecek belgesel yapım izledi. Rembrandt’s J’Accuse! (Rembrandt: İtham Ediyorum) adlı bu yarı dramatik belgeselde Greenaway modern insanın resim sanatını okumasına engel olan “görsel cehaletini” de şiddetle eleştirir. 2012 yılında yine Hollandalı ressam/gravür sanatçısı Hendrik Goltzius’u konu alan Goltzius and The Pelican Company (Goltzius ve Pelikan Kumpanyası) aldı filmi tamamladı. Üçüncü filmin ise Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un 500. ölüm yıldönümü olan 2016’da tamamlanacak şekilde tasarlandığı duyuruldu. Şubat 2015’ten bu yana elimizde bu filmin yapım sürecine dair yeni veriler bulunmamakla birlikte, Greenaway’in çeşitli projelerde ortak çalıştığı Hollandalı multimedya sanatçısı Saskia Boddeke[3] ile, 2016’da Bosch konulu multimedya sunumlar gerçekleştireceği ilgili festivalin yetkilileri tarafından teyit edildi.
Gelelim filmimize… Nightwatching, Hollanda Altın Çağı’nın en şöhretli ressamı olan Rembrandt Harmenszoon van Rijn’in 1640-1642 yıllarında yaptığı, Gece Nöbeti popüler adıyla bilinen ve asıl ismi Yüzbaşı Frans Banninck Cocq’un Milis Birliği (Militia Company of District II under the Command of Captain Frans Banninck Cocq) olan tablonun üretim sürecini anlatıyor. Bu tablonun hemen algılanan en önemli üç niteliği devasa boyutu (363 cm × 437 cm), ışık ve gölgenin çok etkin kullanımı ve tabloda, geleneksel askeri portrelerde gözlemlenen durağanlığın aksine harekete yer verilmiş olmasıdır. Her ne kadar tablo Gece Nöbeti olarak anılsa da, bunun sebebi bu şekilde adlandırıldığı 18. yüzyıla erişene dek tablonun çok solmuş ve çok kirlenmiş olmasıdır. Restorasyon çalışmalarından sonra tablonun loş bir avludan parlak gün ışığına çıkmakta olan bir grubu resmettiği anlaşılmıştır. Rembrandt’ın en şöhretli olduğu dönemde sipariş üzerine yapmış olduğu bu tablonun memnuniyetsizlikle karşılandığına veya olumsuz eleştiri aldığına dair bir kayıt bulunmamakla birlikte, Rembrandt’ın kariyeri bu eserin tamamlanmasının hemen ardından gerileme dönemine girmiş ve altın çağın büyük ressamı 1669’da neredeyse sefalet içinde ölmüştür. Bugün sanat tarihçileri Rembrandt’ın kariyerindeki bu düşüşü söz konusu dönemde Hollanda’da resim sanatındaki algı, değer ve beğenilerin değişmesi gibi rasyonel gerekçelere bağlasa da, bu değerlendirmeler Gece Nöbeti’ nin etrafında gelişen bir takım olumsuz mitlerin önüne geçememiştir.

Greenaway de filminde Rembrandt’ın kariyerinde ve yaşamında Gece Nöbeti ile başlayan tekinsiz dönemi, tabloyu teknik, estetik ve tarihi bağlam açısından çözümleyerek bilinene alternatif bir öykü ile kurguluyor. Ressamın, Hollanda’nın Altın Çağı’nı temsil eden ve asli görevleri Amsterdam’da halkı korumak olan bir grup milisi resmetme girişimi sırasında, bu insanların kibirli ve küstah yönlerini, karanlık sırlarını, bir cinayeti, karıştıkları çeşitli ahlaksızlıkları ve yolsuzlukları deşifre ettiğini, bunları tablosuna yansıtarak ölümsüzleştirdiğini iddia ediyor. Greenaway’in kurgusunda, milis birliğinin Frans Banninck Cocq’tan önceki komutanı Hasselburgh bir talim sırasında kazara vurularak ölür. Rembrandt bunun Frans Banninck Cocq tarafından iktidar uğruna düzenlenmiş bir suikast olduğunu çözer.[4] Bu süreçte milis birliğinin önde gelenlerinin, başka ahlaksızlıkların yanı sıra, sözde korumaları altındaki yetimhanedeki kız çocuklarına tecavüz ettiklerini, yetimhane sorumlusunun para karşılığında kızları babaları yaşında erkeklere, hatta bazılarını gerçekten de babaları olan erkeklere sattığını öğrenir. Karısı Saskia uzun zamandır hasretle bekledikleri bebeği doğururken, Rembrandt tecavüz bebeklerine bakmak zorunda kalan yetim kızların dramına tanıklık eder. Dehşete kapılır, tablosunun anlı şanlı bir milis birliğini değil, görünenin altında yatan kokuşmuşluğu, üstü örtülmüş cinayeti anlatmasına karar verir. Kendisini de tablonun içine tüm bunları gören gözün sahibi olarak yerleştirmeyi ihmal etmez. Greenaway’e göre Rembrandt’ın kariyerinin birdenbire çöküşe geçmesinin nedeni Frans Banninck Cocq ve adamlarının bu tabloya baktıklarında, kendilerine yöneltilen ithamı görmesi ve bir intikam projesi şeklinde Rembrandt’ı tüketmek için ellerinden geleni yapmaya ant içmesidir.
Greenaway kurgusunu, Gece Nöbeti adlı tabloyu derinlemesine inceleyerek tespit ettiği otuzdan fazla gizeme dayanarak geliştirmiştir.[5] Yönetmenin sorguladığı gizemler (tablodaki karakterlerin eldiven giyme şeklinden, tüfek tutuşuna, tüfeği dolduruşuna, hareket ve bakış yönlerine, birbirlerinin bedenlerinde dokundukları veya örttükleri noktalara, ışığın kullanımına, renklerin ve kostümlerin sembolik anlamlarına dek çok detaylı bir inceleme) tablonun gösterdiğinin ötesinde bir çok katmanlılık taşıdığını düşündürüyor.

Greenaway tabloyla ilgili varsayımsal gizemin tuvale nasıl yansıdığına paralel olarak bir yandan da Rembrandt’ın yaşamındaki üç önemli kadınla olan ilişkisini aktarıyor. Kurgu doğrusal değil. 1654’te bir kâbus sahnesi ile başlayarak (sevgilisi Hendrickje onu uyandırarak kör edilme korkusunu yatıştırır), meşhur tablonun tamamlandığı 1642 yılına dönüyor ve film bu iki dönem arasında ileri-geri dönüşlerle ilerliyor.
Rembrandt’ın karısı Saskia ile olan ilişkisi ailevi bağlar, sevgi, saygı ve bir nevi iş ortaklığı üzerine kurulu (bu tablo siparişini, gönülden istemediği halde almasının sebebi Saskia’nın ısrarı). Oğulları Titus’un doğumundan bir süre sonra Saskia’nın ölümünün ardından Titus’un dadısı olan Geertje ile salt şehvete dayalı bir ilişki yaşıyor (Greenaway’in kurgusunda Geertje milis birliğinin Rembrandt’ı mahvetmek için kurduğu planın bir parçası, hain bir kadın). Geertje’nin kötücüllüğü ve bayalığından bunalıp ondan kurtulmasının ardından ise yine uzun yıllardır evinde hizmetlisi ve kendisinden yaşça bir hayli genç olan Hendrickje ile ilişki yaşıyor. Bu ilişkide aşkı yeniden keşfetme, şefkat, sadakat ve bir tür usta-çırak beraberliği kendini belli ediyor. (Nitekim gerçek hayatta da Rembrandt Hendrickje ile genç kadının 1663’te ölümüne dek birlikte yaşamış, bir kız çocukları da olmuş, hatta Hendrijcke Titus ile iş kurarak Rembrandt’ın mali bataktan çıkması için çabalamış). Bu üç figür bir erkek için kadının taşıdığı farklı kimlikleri başarıyla temsil ediyor diyebiliriz. Filmde zaman zaman üçü bir arada görülüyor ve olay akışının içinde veya dışında, Greenaway’in sinemasında çok tanıdık olduğumuz soyut bir bağlamda, Rembrandt’la aşk ve sadakat, güven ve kıskançlık, ve intikam üzerine tartışıyor, bazen atışıyorlar.
Dördüncü bir kadın karakter ise tablodaki sarı elbiseli kız (veya kimilerine göre cüce) olarak resmedilmiş olan yetimhanedeki Marieke’dir. Marieke milis birliğinden bir subayın gayrimeşru kızıdır: Saflığı, masumiyeti, kırılganlığı simgeler. Greenaway’in kurgusunda Rembrandt tablodaki sarı elbiseli ve ışıkla aydınlanmış minik figürü meleksi Marieke’yi model alarak yaratmıştır. Sapkın babasının tecavüzüne uğrayan Marieke sakat bir bebek doğurur ve intihar eder.
Şüphesiz bu filmin en vurucu özelliği ışığın ve renklerin kullanımı ve sahne tasarımı. Greenaway bize Rembrandt’ın ışığın ve gölgenin ressamı olduğunu anlatırken, kendisinin de bir ressam, ve bir ışık ve gölge ustası olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Film bir görsel şölen. Her bir sahne büyük bir özen, çok titiz bir çalışma ile hazırlanmış. Görüntü Yönetmeni Reinier ven Brummelen ve Sanat Yönetmeni James Willcock’un da Greenaway’i, arzuladığı dünyayı tasarlarken büyük bir beceriyle destekledikleri ortada. İç mekanların loş, hüzünlü, yer yer ürkütücü ve yaşanan trajediyi besleyen atmosferi ile dış mekanlardaki açıklık, ışık ve zaman zaman mizansenlerde izleyiciyi de hafifleten, rahatlatan yumuşaklık Greenaway sinemasının meşhur karşıtlıklarıyla (medeniyet-doğa, ölüm-yaratıcılık, aşk-şehvet, haz-acı, insan-eşya karşıtlıkları) örtüşüyor. Film boyunca bebeklerin, özellikle Rembrandt’ın oğlu Titus’un, sürekli ağlıyor olması da huzursuzluğu, bitmeyen içsel gerilimi besliyor. Bebeklerin ve çocukların masumiyeti yozlaşmış yetişkin dünyasının acımasızlığıyla sürekli örseleniyor.
Nightwatching Rembrandt’ın 400. doğum yıldönümü olan 2006‘da tamamlanmakla birlikte hedeflendiği şekilde Cannes Film Festivali’ne yetiştirilemedi. 2007 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarıştı ve aynı festivalde Mimmo Rotella Foundation Ödülü’ne layık görüldü. Muhtelif başka ödüller de aldı.

Rembrandt’ı İngiliz aktör Martin Freeman canlandırıyor. Eleştirmenler Freeman’in oyunculuk performansının yanı sıra Rembrandt’a olan benzerlik açısından makyaj ve saç ekibinin ustalığından da övgüyle söz ediyor. Ressamın hayatındaki üç önemli kadını, Hendrickje rolünde Emily Holmes, Saskia rolünde Eva Birthistle, Geertje rolünde Jodhi May canlandırıyor.
Rembrandt’ın öğrencisi ve ressam Gerard Dou rolünde Toby Jones, Frans Banninck Cocq rolünde Adrien Lukis ve Marieke rolünde Natalie Press dikkat çeken oyuncular.Filmin müziklerini, her ne kadar Greenaway’in uzun soluklu kariyerinde ona eşlik etmiş tanınmış bestecilerden biri olmasa da, yönetmenin olgun rejisine ve tasarımına son derece uygun komposizyonlarla Polonyalı sanatçı Wlodzimierz Pawlik gerçekleştirmiş.
Son olarak, yukarıda da bahsettiğimiz, 2008 tarihli ve Nightwatching’in temel aldığı varsayımsal kurgunun arka planını tüm detaylarıyla ve filmden görüntüler eşliğinde anlatan Rembrandt’s J’Accuse (Rembrandt: İtham Ediyorum) adlı belgesele[6] de değinmemizde fayda var. Zira bu belgeselde Greenaway görünür olanın altındakini anlamaya çalışmanın önemini sorguluyor. Bizi Rembrandt’ın tabloları eşliğinde onyedinci yüzyıl Amsterdam’ına götürüyor; o dönemde altın çağını yaşayan, keşiflerle ve sömürgelerle zenginleşmiş Hollanda Krallığı’nda madalyonun öteki yüzünü gösteriyor: Halkın maruz kaldığı yoksulluk ve ezilmişliğe koşut gelişen yolsuzluklara işaret ediyor. İlkesel anlamda demokratik görünen yapının temelindeki baskıcılığı anlatıyor. Şu sorularla yüzleşiyoruz, gözle gördüğümüz aslında nedir? Görmek istediğimiz midir, manipülasyonla bize dayatılan mı? Resim, sinema, fotoğraf sanatlarıyla olan etkileşimde – edebiyatta da olduğu gibi – eserin görünen katmanlarının altında kalmış hakikati gün ışığına çıkarmak okurun, bu örneğimizde film/resim izleyicisinin görevi değil mi? Kuşkusuz eserle karşılıklı bir etkileşim içinde olmalıyız, ancak “İnsanların çoğu görsel anlamda cahil,” diyor ressam/yönetmen. “Başka türlü nasıl olabilir ki? Metin okumayı temel alan bir kültürümüz var. Eğitim sistemlerimiz bize metne imgeden daha fazla değer vermeyi öğretiyor ki böyle yoksunlaşmış bir sinemamız olmasının bir nedeni budur.” Bu iddia sinema sanatının günümüzde ulaştığı noktada biraz tartışmaya açıktır, eminim. Ancak yüzde yüz hemfikir olalım ya da olmayalım, bu usta ve yetkin yönetmenin gerek filmleriyle gerekse multimedya projeleri ve belgeselleriyle bizlere kılavuzluk ettiği görsel serüvende, algımızı keskinleştirme ve yorumlayabilme arzumuzu kamçılayacak yeni açılımlar deneyimleyeceğimiz, kendimizle ve toplumsal öğretilerle yüzleşeceğimiz kesin.
[1] Video: Sex, Art and Death: Kirsty Wark meets Peter Greenaway – Newsnight, https://www.youtube.com/watch?v=WBh57zwkoOw
[2] Karastathi, Sylvia; Filming the Dutch Still Life: Peter Greenaway’s Objects; http://www.enl.auth.gr/gramma/gramma06/karastathi.pdf
[3] Greenaway ile Luperpedia Foundation girişimi şeklinde ortak projeler yürütüyorlar: http://www.luperpediafoundation.com/
[4] Bu bağlamda, pek çok izleyici ve eleştirmenin yanı sıra filmin ortak yapımcısı Jean Labadie de Nightwatching filmiyle Greenaway’in 1982 tarihli Ressamın Kontratı (1982)’na yıllar sonra hoş bir gönderme yaptığını değerlendirmiş. Yönetmenin ikinci uzun metrajı olan Ressamın Kontratı’nda da olay örgüsü benzer şekilde resim sanatı ve gizemli bir cinayet arasındaki bağlantı etrafından döner.
[5] Bunlarla ilgili daha detaylı bilgi için yönetmenin web sitesi incelenbilir. http://petergreenaway.org.uk/ Daha da faydalı olabilecek bir kaynak 2008 tarihli Rembrandt: İtham Ediyorum (Rembrandt’s J’Accuse!) adlı belgesel projedir.
[6] Hollanda/ Almanya/ Finlandiya ortak yapım, 86 dakika
4 comments
Tumris Alakoç
Hollanda’nın altın devrinde yaşamış olan Rembrandt’ın yaptığı Gece Nöbeti’nin yorumunu okuyunca şaşırdım kaldım. İstemeden şimdiki halimizle mukayese ettim.
Nerdeeeeeen nereye.Çok üzüldüm….
patronzeplin
Bir tablonun bize neler anlattığı ve bizim neler gördüğümüz meselesi çok can alıcı. Greenaway’in ressamlar üzerine çalışmaları toplumsal boyutları ele alış yaklaşımlarıyla da çok çarpıcı. İlginize teşekkürler.
selman
mükemmel bir analiz…
resmi yerinde de görmüş olmanın etkisiyle şimdi daha bir aydınlandım…
patronzeplin
Çok teşekkürler. Gerçekten yüzyıllara meydan okuyor ve insanlığın her halini yansıtıyor bu büyük yapıtlar. Görsel sanatlara daha duyarlı, daha eğitimli, birikimli bir toplum olsak kimbilir ne farklı bir noktada bulurduk kendimizi.