(Haziran-Temmuz 2024 sayımızdan)
Gökyüzünün gri perdesinin şehrin üzerine sımsıkı kapandığı soğuk, karanlık, puslu bir kış günü Konya otogarına geldiğimde, otobüsün kalkmasına daha on beş dakika vardı. Soğuk içime işlemiş, elimi yüzümü hissedemez olmuştum; valizimin sapı ile elim arasındaki bağ neredeyse kopmak üzereydi. Valizimi, bir an önce otobüse binme isteğiyle neredeyse fırlatarak muavine teslim ettikten sonra, pencere kenarındaki yerime zor attım kendimi.
Otobüsün içindeki sıcak havayla normal vücut ısıma dönünce camdan, gelen giden yolcuları, muavinin valizleri hızlı hızlı bagaja alışını izlerken genç bir kız dikkatimi çekti. Hiperaktif davranışlar sergiliyor, valizini bagaja verirken yerinde zıplıyor, hareketleri ile benim, farkında olmadan, yüksek sesle gülmeme neden oluyordu. Benim gibi üşüdü herhalde, diye düşünürken, valizini teslim ettikten sonra bir sigara yaktı. Hoplaya zıplaya sigarasını içtikten sonra aynı yerinde duramaz tavırlarla otobüse bindi. Koltuk numaralarına baka baka yanıma kadar geldi, “Burası benim yerim,” diyerek yanımdaki boş koltuğa çantasını koydu. Elindeki kabanını, atkısını, hırkasını üst rafa yerleştirip yanımdaki koltuğa hızla attı kendini. Kontrolsüz tavırlarla kendini koltuğa bırakıvermesi, oturur oturmaz ağzından fırlayan “Nereye gidiyorsun?” sorusu; yolculuklarda kitap okumayı, yan koltuktaki yolcu ile sohbet etmeye tercih eden beni son derece rahatsız etti. “Nazilli” diyerek yanıt verdim. “Ben de Denizli’ye gidiyorum,” dedi. Zoraki bir gülümseme ile karşılık verip kitabımı açtım ve okumaya başladım. Konya otogarından aynı saatte kalkan tüm otobüsler peronlardan sırayla birbirini takip ederek, bir düzen içinde kalkış yaparlardı. Otobüs kalkış yapmak için sırasını beklerken, oturduğu yerden şoförün yanında duran muavine yüksek sesle seslendi:
“Muavin Beeey! Bakar mısınız?”
Muavin yanımıza geldi.
“Ne zaman kalkacak bu otobüs?”
“Kalkmak üzereyiz, hanımefendi.”
Genç adam geri dönerek şöförün yanındaki muavin koltuğuna oturdu. Otobüs hareket eder etmez yine bir “Muavin Beeey!”
Muavini yanımıza çağırıp “Saat kaçta Denizli’de oluruz?” diye sordu.
“19.00 gibi,” diyen muavin, daha yeni hareket etmiş otobüsün varış zamanıñın sorulmasına sinirlenmiş bir tavırla yerine dönüp oturdu.
Konya’dan yolculuk yapmış olanlar otobüslerin Akyokuş’a geldiğinde hızlarını iyice düşürerek yokuşu yavaş yavaş çıktıklarını iyi bilir. Otobüs de gerektiği kadar yavaş ilerliyordu genç kız yüksek sesle bağırdı: “Oooh, böyle gidersek, mümkün değil, saat 19.00 da Denizli’de olamayız!”
Muavin söyleniyor, yolcular birbirlerine bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. İlgim dağıldığından elimdeki kitabı okuyor gibi yapmaya devam ettim. Sıkıldığını dile getiren sesler çıkarıyor, yan gözle bana bakıyordu. Baktığını ve sıkıldığını anladığım halde anlamazdan geliyor, kitabımı okuyor gibi yapmanın beni ondan kurtaracağını düşünüyordum.
“Sen şimdi yol boyunca kitap mı okuyacaksın? Sıkıldım ben,” demesiyle kurtulmanın mümkün olmadığı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldım.
“Seni sıkmayayım o zaman,” dedim kaldırdım kitabımı. Denizli’ye bir arkadaşının düğününe gittiğini anlatırken, çantasından ojesini çıkardı el parmaklarına sürmeye başladı. Bitirince “Al, sen de sür,” dedi.
Ellerimi gösterdim: “Var bende oje, sağ ol.”
“Ayak parmaklarına sür o zaman”.
Kıştı. Ayağımda botlar vardı. “Ayak parmaklarım da ojeli,” dedim gülerek. O da güldü. Ojeyi kaldırdı çantasına. Tekrar seslendi: “Muavin Beeey!”
Muavin dahil bütün otobüs gülmeye başladı. “Muavin Bey, söyle şoföre biraz daha hızlı gitsin, düğüne yetişmem lazım.”
Muavin güldü, “Merak etme sen, yetiştiririz biz.”
“İnşallah.” Genç kız bana dönerek devam etti: “Bir süre önce annem ve babamı kaybettim, şimdi ablam ve eniştemle birlikte kalıyorum, onlarla da sorun yaşıyorum. Sanırım anlamışsındır; pek normal sayılmam,” dedi.
“Hangimiz normaliz ki?” dedim kısaca. Onu dinlemeye başlayınca biraz sakinleşmişti. Fakat o sırada arka koltuğumuzda oturan genç çiftin bebekleri ağlamaya başladı. Kadın bebeği susturmaya çalışıyor, bebek ağlamaya devam ettikçe bizimki arkasına dönüp, dönüp “Sustur şunu” diyerek anneye söyleniyordu. Artık kızın anormal davranışlarına bütün otobüs alıştığı için kimse tepki vermedi. Bebek susmayınca çantasından bir havuç çıkardı, “Sok şunu ağzına, sussun,” dedi. Kendisi dahil, bebeğin annesi ve bütün otobüs güldü.
Mola zamanı gelmişti. Otobüsten inip tuvaletlere giderken baktım, o da yanımda yürüyor. O sırada bir kedi bacaklarıma dokunarak yanımdan geçince irkildim: “Aayy!”
“Şimdi sen şu sevimli kedicikten mi korktun?” dedi bana. Eliyle çevremize dağılmış moladaki yolcuları işaret ederek “Korkacaksan bunlardan kork, kedi ne yapar ki insana? Esas korkman gereken bunlar.”
Lavabolarda ellerimizi yıkarken yeniden gözgöze geldik. “Ben çorba içmek istiyorum, içer misin sen de?” dedim.
“Olur.”
Çorbalarımızı söyledik; garson masaya koyup gitti çorbalarımızı. Bir kaşık aldı çorbadan, seslendi: “Garson Beeeey!”
Garson masamıza geldi.
“Bu çorba soğuk, biraz ısıt da getir.”
Garson çorbayı ısıtıp yeniden masamıza bıraktı. Bir kaşık aldı. “Garson Beeey!” Bu kez, “Çok ısıtmışsın, soğut biraz,” dedi.
Garson şaşırdı. “Tamam, sen git dedim,” garsona. “Bekle; soğur birazdan,” dedim kıza.
“Olur.”
Yemek boyunca onunla ve çevremizde muhtemelen bizi izleyenlerle bakışmamak için çorba tabağından kaldıramadım gözlerimi.
Tekrar yola çıktığımızda, ön taraflardaki bir baba ile yan koltuğunda oturan küçük oğlan dikkatini çekti. Yerinden kalktı; arka koltuklarda, iki küçük çocuğunu kucaklarında zar zor oturtan ailenin bir ufaklığını elinden tutup ön tarafa getirdi; babasının yanında oturan çocuğa “Kay biraz,” diyerek getirdiğini onların yanına oturttu. Arkadaki aileyi rahatlattı biraz. Bütün otobüs ona teslim olmuştuk, ön taraftaki baba hiç tepki göstermeden kabul etti küçük konuğu. Hep birlikte gayet mutluyduk. Öteki yolcular ona laf attıkça, o da onlara yanıt verdikçe yolculuğun keyfi daha da artıyordu. Denizli’ye yaklaşırken çantasından bir ayna ve makyaj malzemelerini çıkardı. Aynayı bana verdi. “Tut şunu,” dedi. Emir büyük yerden gelmişti; hiç itirazsız aynayı yüzüne tuttum. O güzelce düğün makyajını yaptı.
“Sen de yap,” dedi bana.
“Ben makyaj sevmem. Sağ ol.”
Makyaj malzemelerini çantasına koydu. Hazırdı neredeyse. Düğün salonunda da elbisesini giyecekti. Güzel bir kızdı. Makyajla daha bir güzel olmuştu. “Güzel oldum mu?”
“Çok güzel oldun.”
Teşekkür etti. “Muavin Beeey!”
Muavinimiz geldi.
“Daha çok var mı Denizli’ye?”
“On dakikaya garajdayız.”
Başüstü raftan eşyalarını indirdi. “Hakkını helal et, hakkın geçti bana, sohbet ettin benimle, sohbetin de hakkı vardır, teşekkür ederim,” dedi. İnerken de tüm otobüse “Hakkınızı helal edin,” diye seslendi. Yolcular hep bir ağızdan “Helal olsun,” diyerek ona düğünde iyi eğlenceler diledi.
Yıllar içerisinde Ankara’ya, İstanbul’a çok sayıda otobüs yolculuğu yaptım, hiçbir yolculuğu bu kadar memnun tamamlamadım. Bugün yine böyle bir insan çıksa karşıma, otuz beş yıl önce gösterdiğim kadar hoşgörüm kaldı mı, doğrusu, düşünmeden edemiyorum! O kıza, onu hiç yargılamadan, sevgi ve anlayış gösteren o insanlara özlem duyuyorum. Şimdi nerede nasıldır, bilemiyorum; ama iyileşmiş, bu hayattan alacağını almış olmasını; yaşamında karşılaştığı insanların ve olayların onun dengesini biraz daha bozmamış olmasını diliyorum. . .
Yorum Gönder