KİTAPLAR, OKUDUKÇA

Bir pasif direniş öyküsü: Kâtip Bartleby

“Yapmamayı tercih ederim”: Melville’in “Katip Bartleby” isimli novellasında baştan sona tekrarlanan bir cümle. Melville 1853 yılında yazdığı bu öyküde Newyork Wall Street’de bir avukatın ofisinde çalışan Bartleby’nin trajedisini anlatır. İşe girdiğinde önce işleri büyük bir titizlikle gerçekleştiren Bartleby zamanla kendisine patronu olan avukat tarafından verilen işleri “yapmamayı tercih ederim” diyerek direniş gösterir. Başlarda direkt olarak kendisini ilgilendirmeyen ama ofiste çalışan diğer üç kişinin de işlerini kolaylaştıracağı ifade edilen ve o zamana dek rutin haline gelen kontrol işlerini reddeder. Daha sonra ise kendisine verilen tüm işler hakkında pasif direnişe geçer. Hatta reddi sadece işlerle sınırlı kalmaz. Kendisine sorulan geçmişi ile ilgili bilgiler hakkında da aynı tavrı gösterir.

“Mobydick” romanı ile tanınan Amerikalı yazar Herman Melville’in bu öyküsü pek bilinmeyenler arasında yer alır. Ancak ufacık boyutuna (72 sayfa) rağmen bireysellik, pasif direniş, yabancılaşma, bireyin yalnızlığı gibi konularda düşünmeye ve tartışmaya önemli bir kapı açar. Öncelikle öykünün geçtiği yıllara baktığımızda kapitalist ilişkilerin yükseldiği, para sermayenin önem kazanmaya başladığı ve Avrupa’nın 1848 devrimleri ile çalkalandığı bir tarihsel kesitle karşılaşırız. Marx 1844 yılında “Ekonomi ve Felsefe El Yazmaları” eserini yazmıştır. Ve bu yapıtının temeli ise kapitalist ilişkilerin meydana getirdiği sıkıntılar ve yabancılaşma gibi konulardır. Bireyin yabancılaşmasının teorik temelleri bu dönemlerde Marx, Engels, Hegel, Feuerbach gibi dönemin entelektüel figürlerince atılmıştır. Öykünün kahramanının içinde bulunduğu durum küçük çaplı bir sınıf mücadelesine eşlik eder. Özel mülkiyetin yaygınlaştığı ve finansal sermayenin hareketiyle beyaz yakalı işlerin gelişmeye başladığı bu dönemde söz konusu avukatlık bürosunun işleri de ipotek konusundaki problemlerin çözümünü içermektedir.

Büronun başındaki avukat ile yanında çalıştırdığı kişiler dönemin ruhuna uygun olarak sınıfsal konumları gereğince davranış gösterirler. Ancak büroya yeni gelen Batrebly boyun eğen, uyum gösteren, kendisine verilen her işi yapan biri değildir. Katibin pasif direnişi hem avukat (patron) hem de diğer çalışanlar nezdinde farklı biçimlerde eleştirilir ve kınanır. Patron bir yandan otoritesini korumaya çalışır. Otoritesini sadece Batrebly’a değil, diğer çalışanlara da göstermelidir. Sistemin ilkesi gereği kapitalist işleyişi aksatan, bozan her şey fırlatıp atılmalıdır. Sistemin bekası ancak böyle sağlanabilir. Ancak avukat işçisini çıkarmaz, onun direncini kırmaya çalışır. Ayrıca bu tarz radikal davranışın altında yatan güdüyü de merak eder. Kiliseye giden ve hayır işleri konusunda duyarlı olan avukatın katibe karşı “sabırlı” tavrında belki de acıma duygusunun da yer aldığı söylenebilir. Kitabın sonuna detaylı girmeyim ama avukat sonunda diğer sermaye sınıfında yer alan ahbahlarının önerisi doğrultusunda hareket eder ve trajik bir sonuca yol açar. Avukat yanındaki kişileri olumsuz koşullarda çalıştırır, onların sırtından para kazanır, onları nesne konumuna koyar. Onlara taktığı isimlerle hitap eder, insan yerine koymaz. Hatta Batrebly’i duvara bakan bir masada çalıştırır. Ancak Batrebly’in reddi ne çalışma koşullarına ne de başka bir şeyedir. Belirli bir hedefi de yoktur. Diğer çalışanları örgütleyip avukatın karşısına bir güç olarak çıkmak gibi bir eğilim de göstermez. Sadece reddeder.

Katibin reddi James Scott’un “Tahakküm Biçimleri” kitabındaki pasif direniş örneklerini getirdi aklıma. Dünya İşçi sınıfı tarihinde de tekil örneklere rastlamak mümkün. Ancak eseri kitap kulübümüzde tartışırken bir katılımcı ilginç bir saptamada bulundu. Katibin bu pasif direnişinin sınıfsal konumlanış, işyerindeki koşullar vb işe karşı değil varoluşsal olduğunu söyledi. Bu da akla Albert Camus’nün “Yabancı”sı, Franz Kafka’nın “Dönüşüm”ü (belki de bütün romanları), Gonçarov’un “Oblomov”unu getiriyor. Bu arada kitap kulübümüzdeki (Yeni Yollar Yeni Okumalar) her biri birbirinden ilginç katılımcı profillerinden bazılarını anmak istiyorum. Her kitapta bir sınıfsallık bulan ve mutlaka tarihselliğe değinen (ben oluyorum); hemen her kitapta postmodern bir iz bulan veya her kitabı sembollerle yorumlayan okurlar gibi. . . Her okunan kitabın yazarını göklere çıkaran (yazar duysa, vay be ben neymişim, derdi) katılımcıları da unutmamak lazım. Bu da moderatörümüzün koltuklarını kabartıyor (İşte benim seçtiğim kitap, diyor her defasında).

Kitaba dönersek, zorunlu çalışma, iş koşulları, insanlığını hayatının önemli bölümün kapsayan ve yabancılaşmaya yol açan ve uzun yıllardan beri gündemde olan bir süreç. Ancak hem kapitalist hem de kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde aslolan Marx’ın deyimiyle “hayatın maddi üretimidir”. Metaların fetiş karakteri çerçevesinde sağlıklı bir şekilde yorumlanabilecek olan bu süreç, içinde yaşanılan ekonomik, kültürel, sosyal ilişkilere bağlı olarak şekillenir. Zorunlu çalışma yaşamın temeli olunca yani özgürlükten uzak yaşam olunca doğallıkla sistem içindeki zorluklar, çığlıklar, direnişler varoluşsal sonucu da doğurur.

Yabancılaşmanın daha da derinleştiği çağımızı daha iyi anlamak ve yorumlamak için sürecin ilk örneklerinin işlendiği roman ve öykülere bakmakta yarar olduğunu hissediyorum.

Katip Batrebly, Herman Melville, İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren: Hamdi Koç, 72 sayfa.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir