SICAĞI SICAĞINA TİFLİS

Gerçi sıcağı sıcağına, denilecek bir durum kalmamış olabilir. Gerçekten de tutamıyorum zamanı. Ne de günlük tutabildim son aylarda. O nedenle gözlemlerim, anılarım bulanıklaşıp, dağılmadan kısa ama çok lezzeli Tiflis maceramı notlamak istedim. Varsan baksan neredeyse bir yıldır dilimden düşmeyen ama yazıya dökemediğim Tayland gezimi düşünce, onbeş gün önceki bu küçük kaçamak için “sıcağı sıcağına” demek çok da yanlış olmasa gerek.
Her şerde bir hayır var; ya da bardağa dolu tarafından bakmak gerek mi demeli. . . Bordo pasaportluyum. Malûm paramızın bu acayip değer kaybı, Schengen sıralarında uygulanan dışlayıcı tavır, vize alamayıp kendini berbat hissetme korkusu bende de son birkaç yıldır bir isyana dönüştü; uğraşamam kimsenin ağız kokusuyla, diyerek iki yıldır doğuya döndüm yüzümü. Çok da iyi oldu. Önce bende çok olumlu bir etki yaratan Tayland, ardından birkaç hafta önceki Tiflis yolculuklarım şiir gibi birer deneyim.
Tiflis’e İzmir’den direkt uçak yok (İzmir’den neredeyse hiçbir yurt dışı varış noktasına direkt uçuş olmaması – var ama sayıca gerçekten çok az – çok sevimsiz). Ben de Sabiha Gökçen aktarmalı uçtum. Güzel olan, her iki yönde de makul bekleme süreleri deneyimlemekti.
Tiflis’le ilgili kayda değer ön bilgim yoktu; yolculuklarından önce detaylı çalışma yapan gezginlerden değilim; interneti fazla kurcalamam; haritalardan anlamam; havayı koklayarak yönünü bulanlardan, biraz umduğunu değil bulduğunu yiyenlerden ve deneyimi akışa bırakanlardanım. Sadece Tayland’da, ülkeye dair sağlam önyargılarım olduğu için çok sevdiğim ve güvendiğim ve beni nokta atışıyla yönlendiren bir dostumun şehir ve mahalle tavsiyelerini dinledim ve çok faydalı oldu. Booking.com’a güvenirim ve otelleri seçerken konumu önceliklendiririm. Kahvaltı aramam; güvenli mahalle, otele yakın bol gezilecek yer, temiz yatak, klima, duş ve tuvalet yeterli. Ve tabii hava durumuna yola çıkmadan önce bakarım ki, gittiğimde pişmeyeyim ya da donmayayım.

Nitekim bizim (hele izmir’imin) yağmur diye kıvrandığımız günlerde Tiflis’e bol yağmur yağacaktı. Hatta varış günüme hava durumu fırtına/gök gürültülü yağmur uyarısı veriyıordu, ki bu da beni şaşırtmadı; çünkü İzmir’e taşındığım günden beri istisnasız tüm İstanbul yolculuklarımda cânım şehre fırtına ve yağmur eşliğinde gittiğimden, yakın çevrem benim yolculuk planlarımı işittiği anda “eyvah” der.
Böylece tatlı bir yağmur eşliğinde Tiflis’e vardım; ve Tiflis’teki 3-4 gün boyunca ara ara ıslandım.
Havaalanından şehre otelin ayarladığı bir taksi ile geldim. Parasal açıdan doğru bir seçim değildi; cep telefonuma Bolt veya benzer bir uygulama yükleyebilirdim(dönüş yolculuğumu üçte bir fiyata gerçekleştirdim); fakat internete bağlanamama şu bu telaşıyla, kendimi güvende hissetmek, daha ülkeye adım atar atmaz stres yaşamamak için, bu tür hovardalıklar yapıyorum ilk gidişlerde. Öte yandan, daha pahalı da olsa konforlu ve mis gibi bir yolculuktu şehre gidişim.
Gürcistan yoksul bir ülke; orası kesin (öte yandan 1 Lari = 15 TL ! Yani para harcarken sürekli hesap yaptım orada da). Küçücük nüfusuyla dev gibi Rusya’ya komşu. Kendini AB’nin bir parçası gören ve doğal olarak, serbest dolaşım hakkı elde edip Avrupa ülkelerinde daha iyi yaşamlara kavuşmak isteyen bir halkı (en azından bir kesim) olduğundan da, Ukrayna örneğine bakıldığında tehdit altında bir ülke. Bu tedirginlik son yıllarda sürekli gerçekleşen, ama biraz sönümlenmiş hissi veren gece eylemlerinden belli.

Doğası ve özellikle başkentinde (maalesef öteki şehirlere daha sonraki bir yolculukta gidebileceğim) izlediğim, gezip gördüğüm kültürel mirasıyla masalsı bir ülke.


Eski şehir (Old Town) bölgesinde bir otelde kaldım. Nokta atışım çok başarılıydı. Otelimden çıkıp beş dakika aşağıya yürüdüğümde nehir boyuna (şehri bölen) ve iki dakika yukarı yürüdüğümde de meşhur Özgürlük Meydanı ile Rustaveli Caddesi‘ne varıyordum. Cadde ismini Orta Çağ’da yaşamış meşhur Gürcü şair Şota Rustaveli‘den almış. Ben de İngilizceye çevrilmiş bir eserini satın aldım doğrusu.


Rustaveli boyunca milli müzeler, sanat galerileri, hem çarlık döneminin hem SSCB’nin izlerini taşıyan görkemli yapılar, sokak kafeleri, daracık kemerlerin altından, hatta tünellerin içinden geçerek girilen, bana eski haliyle Narmanlı Han’ın bahçesini anımsatan, kimi oldukça izbe ama tarihi dokusu ve otantikliğiyle müthiş hazineler barındıran avlular, sahaflar, kitapçılar var. Velhasıl gez gez doyamıyorsun. Herhalde en çok müze gezdiğim yolculuklarımdan biri oldu. Gece eylemleri de bu caddede gerçekleşiyor ve akşam belli bir saatte cadde trafiğe kapatılıyor.



Otelden nehir kıyısına indiğim cadde ise parke taşlarla döşeli, sağlı sollu şarap mağazaları (söylemeye gerek yok, Gürcü şarabı bir başka), hediyelikçiler ve her türden yeme içme mekânıyla, Sultanahmet’in (tabii epeydir gtmedim) denize inen turistik sokaklarını andırıyor.

Nehir kıyısında ve Rustaveli Caddesi’nde teleferik istasyonları var ve şehri panoromik izleyebileceğiniz birkaç harika gözlem noktasına çıkmak sadece birkaç dakika sürüyor. Bunlardan birinin hemen yanıbaşında gez gez bitmeyen müthiş bir botanik bahçe var; ve botanik bahçe demişken Tiflis zaten yemyeşil, her yer orman ve koru, pek çok kuzey ülkesinde olduğu gibi.





Nehrin öte yakasında daha sınırlı olsa da zaman geçirdim; meşhur Fabrika’ya gittim. Burası endüstriyel bir kompleksten dönüştürülmüş, özellikle genç gezginlere yönelik büyük bir konaklama (hostel) ve ortak yaşam/çalışma alanı. Bu bölge bana alternatif bir kültür sanat mekanı olma yönünde (inşallah) ilerleyen İzmir’in küçük bir sanayi sitesinden evrilmiş bol grafitili (Fabrika ve çevresi gibi) “Darağacı” semtini anımsattı. Çok kısa bir göz atabilmiştim, en kısa sürede orayı da gezeceğim.
Hepi topu 3-4 gündeki izlenimlerim elbette kısmen turistiktir; bu şehrin de elbette yoksulluğu, endüstriyel kirliliği, Azerbaycan’da çok tanık olduğum SSCB döneminden kalma kabası bitirilmiş, içinin yapımı mülk sahiplerine bırakılmış, bu nedenle yüksek katlı gecekondu görüntüsüyle insanı boğan gri bina bloklarıyla dolu mahalleleri var.

Ama şurası da kesin; trafik gürültüsü yok, yaya geçidine adım attığınız anda araçlar duruyor. (Buna eski doğu bloku ülkelerinden Romanya’da tanık olmuştum ik kez; dalgın ve dikkatsiz bir anımda yola adım attığım anda, tırımsı bir büyük araç durmuş, sükunetle yol vermişti). Kimsenin kimseye bağırdığı çağırdığı yok, nezaketli bir toplum, güler yüzlü bir toplum. Yoksul ama soylu bir ruh hali hakim. Sokaklar tertemiz, kaldırımlarda çöp yok, izmarit yok. Bu temizlik mevzusunda nüfusun az olmasının mutlaka etkisi vardır; bütün ülkenin nüfusu İzmir’inkinden az. Ama eğitimin ve bence SSCB döneminden gelen disiplinin geleneğinin de etkisi olmalı. Kadın işgücü belirgin; esnaf ağırlıklı kadın.
Çok sevdiğim bir aile büyüğümün yaşamının son yıllarında Gürcü bir bakıcı vardı evde; aileden biri olmuştu ve hastamız ölünce ülkesine döndü. Pek çok esnaf kadında onun sempatikliğini gördüm; anaç ve sevimli kadınlar.
Tek gürültü kaynağı, otelimin hemen yanındaki karake barda gece yarısı coşan turistlerin ara sıra bağrış çağrışıydı.
İlginç bir gözlemim çok fazla karaoke bar (ne güzel; demek şarkı söylemeye meraklılar) ve dikkat çekici ölçüde Thai masaj salonu olması (Taylandlıların işlettiği); tıpkı Tayland’daki gibi saatlerce yayan yapıldak dolanan turistler (ben hariç) ayaklarını ovduruyor.
Kinkali’ye (meşhur Gürcü mantısı) bayılmadım; ama zaten mantıcı değilim Türkiye’de de. Fakat yeme içme açısından hayatımdan gayet memnun kaldım. Zaten dedim ya umduğunu değil, bulduğunu yiyenlerdenim. Görmesi, gezmesi, havasını soluması, suyunda yıkanması yeter. Peynir, ekmek, şarap, huzur. . . Ha bir de Gürcü çayı. . . Bu karanlık çağda, buna şükretmeli insan.
Hamiş: Tam yazıyı hazırlarken aylardır ilk kez yağmur yağması ne güzel oldu. . .