PİYANİST’TE CİNSELLİK, ŞİDDET VE TOPLUMSAL TAHAKKÜM: Bir Yabancılaşma Hikâyesi

Tolstoy hayatının son dönemlerinde şöyle bir soru sorar kendine: “Acaba yaşadığım hayat doğru muydu?”
Sanırım hepimizin aklına zaman zaman gelen bir soru bu. Yanıtını bulmanın pek kolay olmadığı bir soru. İnsanın doğayla ve diğer insanlarla ilişkileri ilk çağlardan bu yana pek çok düşünürü meşgul etmiş bir konu. İnsanı oluşturan genetik faktörler ve çevre koşulları da insanın özünün araştırılmasında başvurulan önemli izlekler. Hangi faktörün etkin ve belirleyici olduğu konusunda süregelen bir tartışma hep var. Genetik faktör önemli olmakla beraber çevresel koşulların, yani toplumsal iklimin insanın davranışları üzerinde daha etkili olduğu görüşü ağır basıyor bildiğim kadarıyla. İnsan biricik ve eşsiz olduğu için aynı toplumsal çevrede yetişen kişilerin de aynı tarzda etkilenmedikleri de bir gerçeklik.

Elfriede Jelinek, Piyanist adlı romanında insanın gizemli dünyasının labirentlerine sert bir üslupla göz atıyor. Saplantılar, tutku, normallik, iktidar, kıskançlık, yabancılaşma, etik meseleler konusunda düşünmeye yönlendiren bir yapı koyuyor ortaya. Başta belirttiğim insanın özü ve yaşanılan hayatın sorgulanması meselesini içerikle özdeş bir şekilde soğuk ve çarpık bir dille anlatıyor.
Elfriede Jelinek, 1946 Avusturya doğumlu; roman, oyun, deneme, senaryo alanlarında pek çok eser vermiş ve 2004 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazar. Erken yaşta piyano eğitimi alan Jelinek, Viyana Konservatuvarı’nda müzik eğitimi gördü. Aynı üniversitede aldığı sanat tarihi ve tiyatro eğitimini ise panik ataklar ve agorafobi (açık alan korkusu) nedeniyle tamamlayamadı.
Romanlarında kadın bedeninin metalaştırılmasını ve eril tahakkümü sert bir üslupla eleştirdi. Ayrıca kapitalizm, pornografi, faşizm ve medya kültürü de onun eleştiri merceğinde yer aldı.
Piyanist’te, piyano öğretmeni Erika’nın birlikte yaşadığı annesiyle, öğrencileriyle ve öğrencilerinden biri olan Klemmer ile olan çarpık ilişkisi anlatılır. Erika annenin gözetiminde ve ağır baskısı altında yaşar. Sosyal yaşamı nerdeyse yoktur. İşi bitince evine döner, annesiyle birlikte televizyon izler, rutin ve korunaklı bir hayat sürer. Anne kızının yeni giysiler almasını bile yasaklar; her şeyine karışır, onu sürekli kontrol ve rahatsız eder. Zaman zaman saç saça baş başa kavgalar da yaşanır anne ve kız arasında, ama pişmanlık ve barışla sonuçlanır kısa sürede. Tahakküm altındaki Erika annesinin kendisi için saçını süpürge ettiğini düşünür. İçi acır ve pişmanlık duyar. Çünkü çocukluğundan beri tek bildiği şey annesini sevmektir. Erika’nın kendine ait bir hayatı yoktur. Benlik bilincinin eksikliğinden bahsedilebilir. Annesiyle aynı yatakta yatar. Baba aklı hastanesine gitmiş ve sonra ölmüştür. Babanın boşalttığı yeri Erika doldurur. Erika’nın yaşamı çocukluğundan beri bastırılmış ve tek alan olarak müzik eğitiminde başarılı olmak hedefi konulmuştur önüne.
Piyano öğretmenliği ve müzik, hayatının çok önemli bölümünü kaplar. Ama onu da isteyerek ve zevk alarak yapmaz. Gerek ailesi tarafından dayatılması gerekse de mecburiyetten çalışması nedeniyle görevini duygusuz, ruhsuz bir biçimde yerine getirir. Öğrencilerine sert ve kaba davranır, hatta onları aşağılar.
Yabancılaşma sadece sistemin ve ailenin dayattığı çalışma yaşamında çıkmaz ortaya. Erika kendi etkinliğine ve ürününe olduğu gibi diğer insanlara ve kendine de yabancılaşmıştır. Çocukluğunda bastırılan cinsel arzularını mazoşistçe ve röntgencilik yoluyla yaşar. Erika’nın karşısına çıkan öğrencisi Klemmer onun korunaklı dünyasını ve rutinini bozar. Ve sağlıksız da olsa Erika bu maskülen erkekle sosyal ilişki kurar. Camdan bir fanusun içinde annesi ile kenetlenmiş bir halde yaşarken Klemmer onu oradan alıp çıkarmaya çalışır; ama Erika’nın duygularının çarpık ve yıllarca bastırılmış gerçeğine toslar. Annesi hariç hiç kimsenin kendisine dokunmasına izin vermeyen Erika bu yeni durum karşısında Klemmer’den kendisine şiddet uygulanmasını içeren taleplerde bulunur. Erika’yı en rahatsız eden şey insanların birbirlerinin hayatlarına nüfuz etmeleri, birbirlerini mülk edinmeleridir. Onun istediği mekanik biçimde dokunsal bir eylemdir. Duygular değil, çok da sevmediği ve kendisine ait olmayan bedeninin zedelenmesidir. Bastırılmış duygular ancak böyle kendini gerçekleştirir. Erika sadece kendisine şiddet uygulanmasını arzu etmez kendisi de öğrencilerine fiziksel ve psikolojik şiddet uygular. Şiddet onun için bir iletişim ve bağ kurma dilidir. Kıskançlık kriziyle öğrencisinin paltosunun cebine cam parçaları koyar ve elinin kesilmesine neden olur. Ve onun yerine resital verir. Aile ortamında yabancılaşan kadın işyerinde de yabancılaşır. Kamusal alanda da sarsak bir hayat sürdürür.
Erkek için Erika bir avdır ve av peşinde koşmak kaçınılmaz birleşmeden daha büyük keyiftir erkek egemenliğinin tipik temsilcisi Klemmer için. Asıl soru kaçınılmaz birleşmenin ne zaman olacağıdır. Sevişirken partnerin adının kulağa fısıldanması genel geçer bir davranış olarak görülebilir ama, Erika’nın düşüncesinde bu erkeğin Erika’nın ağzını içine havlamasıdır adeta. Oysa Erika’ya göre kadın kendi adını biliyor olmalı.
Erotizm, şefkat yaşanmaz bu ilişkide ama Erika’nın istediği aşağılanma ve şiddet arzusu onu mazoşist yapar mı? Belki de kendi vücudundan, ataerkiden ve hatta toplumdan intikam alma yoludur onun tutumu. İki kişi arasında yaşanan her şey mübah olabilir mi? Normal davranış nedir ve isteğe bağlı ısdırap sorgulanabilir ve yargılanabilir mi? Sorular, sorular. . . yanıt vermek göründüğü kadar kolay değil.
Üstad Marx ne demişti; yabancılaşmış insan bir soyutlamadır. Çünkü birey insana özgü olan her şeyle bağını yitirmiştir. Türüne özgü özelliklerini anlamamıza yardım eden kendi etkinliğiyle, ürünüyle ve türünün diğer üyeleriyle kurduğu ilişkilerinden geriye çok az şey kalmıştır. Böyle bir yaşam insanın sadece bir işçi olarak soyut varoluşudur ve sonuç mutlak boşluğa düşmektir. Koşulların bu kadar parçaladığı insanlardan doğru düşünmeleri ve doğru davranışlar beklenebilir mi? Cinsel bastırmanın etkisi insanların irrasyonelliğine önemli derecede katkıda bulunur. Erika içinde bulunduğu toplumun da etkisiyle ve de toplumla birlikte mutlak boşlukta dolaşmaktadır umarsızca. Ve belki de bunun bilincinde olmadan.
Yazarın sunduğu buz gibi bir tablodur. Kitapta olumlu tip/iyi karakter yoktur. Tam da Michael Haneke’ye göre bir senaryodur. Ve burjuvaziye hemen her filminde sağlam ve haklı tokatlar atan Haneke bu romanı alır; sinemaya aktarır. İzleyiciyi rahatsız etmek için film yapan Haneke için fevkalade uygun bir konudur. Haneke’nin uyarlaması da kitaptaki kadar soğuk, sert ve şiddet doludur. İzleyiciye acıya tanıklık ettirir.
Yazının başındaki sorulara dönersek acaba Erika’nın aynı koşullarda ve birlikte yetiştiği bir kardeşi olsa gelinen nokta nasıl olurdu? Erika kendince doğru bir hayat sürdüğünü düşünüyor mu ve daha önemlisi Erika’yı sorgulamaya, yargılamaya hakkımız var mı? Varsa hangi referanslara dayalı? İnsanın kendine fiziksel ve ruhsal olarak zarar vermesinin hatta intiharının (romanda böyle bir durum yok ama yavaş yavaş bir intihar söz konusu) haklı bir nedeni olabilir mi? Ve bu durumda ötekilerin sorumluluğu ne olmalı? Son olarak da, romanın sonunun ardından Erika’yı, annesini ve Klemmer’ı nasıl bir hayat bekliyor olabilir? Mevcut hayat tarzını değiştirmek için (ki eğer gerekiyorsa) nasıl bir yol izlenebilir?
Anlattığı konuya uygun sert bir dil kullanan Elfriede Jelinek, özyaşam öyküsünden de esintiler taşıyan Piyanist ‘de anne-kız ilişkisi temelinde soğuk, sarsıcı ve sıra dışı bir anlatı sunuyor. Ve bizleri, normallik, ataerki, şiddet, sapkınlık, ilişkiler, yabancılaşma konularında düşünmeye teşvik ediyor.
Kaynakça:
Bertell Ollman, Yabancılaşma, Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, İngilizceden çeviren: Ayşegül Kars, Yordam Kitap, 2008, 430 sayfa.