KENDİLİĞİMİZ İŞGAL ALTINDA
İçinde yaşadığımız dünyayı, politik durumu ve hâlet-i ruhiyemizi anlamaya çalıştığımızda pek çok çıkmaza giriyoruz ve kafamız karışıyor. Arkadaşlarımla gerçekleştirdiğim tartışmalarda hep bir şeyler eksik kalıyor ve taşlar tam yerine oturmuyor.
“Ne demeye, ne anlatmaya uğraşıyoruz?” sorusunun üzerinde kafa yorduktan sonra ihtiyacım olan şeyin daha çok bilgi ve bu bilgilerin yeniden yorumlanması değil; yeni bir bakış açısı, çerçevesi olduğunu fark ettim. Bu yazıda ondan bahsedeceğim.
Kendilik; kişide kendiliğinden olan şeylerdir. Bu başlığın altına dürtüler, duygular ve arzuları koyabiliriz.
Peki, kendiliğimiz hangi boyundurukların altında? Eğer bu soruyu cevaplayabilirsem toplu mutsuzluğumuzun izini sürebilirim.
Duygularımız siyaset kurumu aracılığıyla yönlendiriliyor. Neye hiddetleneceğimiz, neye sevineceğimiz; kime tiksinti, kime hayranlık duyacağımız bize her gün medya araçları vasıtasıyla iletilen mesajlar. Kafamızı çevirip izlememek istesek bir reklam panosunda, bir otomobilin radyosunda, cep telefonumuzun ekranında bu mesajlar bize veriliyor. Kaçmak pek mümkün değil.
Yirmi dört saat içinde kalpten hissedeceğimiz sevgi, neşe, öfke, mutluluk, huzur, şaşırma gibi duyguların yerini siyasi patlamalar alıyor. Arkadaşlarımıza, sevgililerimize, ailemize, çocuklarımıza, yakınlarımıza, evcil hayvanlarımıza, bitkilerimize vereceğimiz ilgi çalınıyor. Bize yaşam enerjisi verecek bu yakınlaşmalardan mahrum kalıyoruz. Bu da bizi daha mutsuz, uyuşuk ve hatta hissiz yapıyor.
Arzularımız ekonomik sistem ile biçimlendiriliyor. Nasıl bir kadını, erkeği arzu etmeliyiz? O kişi nasıl giyinmeli, nasıl konuşmalı, nelerden bahsetmeli? Peki, arzuladığımız kişiye ulaşmak için biz nasıl bir insan olmalıyız? Ona sahip olmak için biz hangi nesnelere, yaşam biçimine sahip olmalıyız? O nesneler ve yaşam biçimi bize hangi güçleri verecek? Ve en nihayetinde bütün bunlara ulaşmak için hangi işleri yapmalı, hangi acıları çekmeliyiz?
Yukarıda saydığım soruların cevapları aslında arzunun nasıl biçimlendirildiğini gösteriyor. Bu da işgalin bir parçası. Sevmek, sevilmek, kendi cemiyetiyle bütünleşmek, doğaya temas etmek, hissetmek ve var olmak çalınıyor bizlerden.
Başkalarına zarar vermeyen dürtülerimiz de din ve ahlak tarafından biçimlendiriliyor. Dans etmeyi bile bilmeyen yığınlara dönüştük. Kaçımız içimizden geldiği gibi dans edebiliyor? En coşkulu anımızda bile nasıl hareket ettiğimize, ne söylediğimize dikkat etmek zorunda kalıyoruz. Çünkü herhangi bir aşırılık gruptan tecrit edilmemiz anlamına gelebilir. Flört ederken bile tetikte, bilinçli bir şekilde sözcüklerimizi tercih etmek durumunda kalıyoruz. Uzun zamandır ilgisini karşı tarafa ifade ederken coşan, şarkı söyler gibi konuşan, çocukça saf mutluluğunu dile getiren birini görmedim. Çiftler genelde sessiz bir şekilde; derinden bir görevi ifa etmeye gider gibiler. Sanki birbirlerini zapt etmek peşindeler.
Her yerde, her köşede sansür kavramı tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. İfade biçimleri kısıtlanmış durumda.
Peki, biz niye bütün bunlara izin veriyoruz? Niye bu durumdan bu kadar mutsuz olmamıza rağmen şikayete başlamıyoruz?
Çünkü benimsenen kimlik, iktidara ortak olma çabasıdır.
Öğretmen, mühendis, doktor, milliyetçi, dindar ve hatta pasifist bile olabiliriz. Bunların haklılığını, haksızlığını, doğruluğunu bir kenara bırakalım. Günün sonunda bu kimlikleri kabul ettiğimizde ve kabulümüzü dile getirdiğimizde; siyasi olmasa da gündelik iktidarımızı beyan etmiş oluyoruz.
Ticari bir anlaşma yapmış oluyoruz esasen. Kendiliğimizden verip iktidardan alıyoruz.
Bütün siyasi görüşler, doktrinler, ekonomik sistemler, dinler, tutum ve yaklaşım biçimleri günün sonunda kendi iktidarlarını kurmak içindir. Ve biz de bunlara kendimizi kurban ediyoruz. Daha üst bir kavrama, topluluğa kendimizi teslim ediyoruz.
Kendilik alanımızı dürtülerimizle, duygularımızla ve arzularımızla değil; ilkelerle dolduruyoruz. Bir fikrin, yaşam biçiminin, siyasi tutumun sağladığı iktidar konforunu ruh sağlığımıza tercih ediyoruz.
Peki, ben bunları nereden söylüyorum? Bir sanatçı duyarlığıyla dile getirdiğim muhakkak. Bütün iktidar çabalarının dışında kalmaya çalışarak konuşuyorum. Belki ben de gündelik iktidarımı bu sanatçı, yazar kimliğiyle kurmaya çalışıyorum. Kim bilir?
Not: Kendilik kavramının içine duyum, beden farkındalığı, çağrışımlar gibi kavramlar da ekleyebilirdim. Eklemedim. Belki okurlar bu alanlardaki iktidar ilişkileri üzerine kafa yorarlar.
Ekim 2025