ANLATMA ARZUSU VE DEĞİŞİM
Gündelik hayatımızda birtakım olaylar yaşarken onları anlama, daha sonra da anlatma isteği duyarız. Bu, çok doğal bir davranış. Hatta o kadar doğal ki insan olarak bu dünyadaki pek çok eylemimizin baş sebeplerinden bir tanesi. Anlamanın ve anlatmanın ikisi de kendi içinde anlam arayışını barındırır.
Hikâye anlatmayan insan yoktur. Hiçbir şey anlatmasak, o gün bir esnafla girdiğimiz diyaloğu yahut sevgilimizle tartışmamızı hikâyeleştirip anlatırız.
Bu hikâyeleştirip anlatma çabamızın pek çok sebebi olabilir. Yaptıklarımızı meşru kılmak ve onay beklemek bunlardan bir tanesi mesela. Ya da dinleyiciyle duygudaşlık kurmak isteriz yaşadıklarımızdan yola çıkarak. Anlatma biçimimizle karşımızdakini etkilemek istiyoruzdur belki de.
Herkes bu durum için birden fazla sebep sayabilir. Hepsi de doğrudur da. Ama bu konuyu farklı bir yöne çekmek istiyorum. Başımıza gelen şeyleri anlamadığımızda, tespit ettiğimiz örüntüyü anlamlandıramadığımızda ne yaparız?
Çok uzatmadan cevap vereyim: Soru sorarız. Felsefe, anlatıdan sonra gelir.
Sorduğumuz sorulara birtakım cevaplar alabiliyorsak ve bizim için anlamlı sonuçlar, bakış açıları elde edebiliyorsak ne mutlu bize. Bizi tatmin eden cevabı bulamadığımız takdirde de yeni bilgi edinme yollarına gideriz. Hikâye anlattığımız kişinin görüşünü merak edebiliriz, bu konudan bahseden insanların eserlerini araştırabiliriz, etrafımıza biraz daha farklı bir gözle bakıp yaşadıklarımızla benzerlikler arayabiliriz. Hatta sonunda kendimize hayali bir laboratuvar kurup deney yapmaya bile koyulabiliriz. Yani, felsefeden sonra bilimi getiririz.
Doğrudan anlama ulaşamadığımız için yolumuz giderek daha meşakkatli bir hâl alır.
Hikâyelerimizi anlatıp kendimize bir duygudaş bulamadık. Felsefe ve bilim yapıp aklımıza uygun bir sonuçla karşılaşamadık. Peki, sonra ne gelir?
Böyle bir durumda kendimizi daha büyük bir külliyatın içine girmek durumunda buluruz: inanç. Çözemediğimiz hikâyenin bizi bıraktığı huzursuzluk ve mantıkdışı doğası bize Dünya’da işlerin bu şekilde yürüdüğünü söyler. Biz de o hikâyeyi inancımız hâline getiririz. Hele bir de dini külliyatın, pratiklerin içinde bir benzerini bulursak; kolaylıkla yeni bir tutumun içine sürükleniriz. Tabii, inanç da son durak olmak zorunda değil.
Hepimiz roman kahramanları gibiyiz bir bakıma. Farklı olayların içinden geçip gidiyoruz. Ve başımıza gelenler her seferinde bizi başka bir insan hâline getiriyor. İyi ve kötünün ötesinde, bitmek bilmeyen, nihayete varmayan bir dönüşüm içindeyiz. Bazen bilimden ilham alıyoruz, bazen inançtan, bazen de duygularımızdan. Bu vesileyle de kendimizi daha iyi tanıyoruz. Nasıl bir romana saplanıp kalmıyorsak; bir inanca, görüşe, tutuma da sadık olamıyoruz.
Bilim, sanat, din, spiritüelizm, ideolojiler de hikâyelerden ibaret.
Başa dönecek olursak; bizler sadece kendimize anlamlı gelebilecek hikâyeyi arıyoruz. O bitince de başkasına gidiyoruz.
Her şey gelip geçiyor ve bizde izler bırakıyor.
Kendisini en idealist, en fanatik olarak beyan eden kişiler bile Theseus’un gemisi gibi yavaş yavaş değişiyor.
Peki, geriye ne kalıyor?