ALFRED HITCHCOCK – 20’Lİ YILLAR
THE PLEASURE GARDEN, 1925
İngiliz ve Amerikan sinemasının büyük sayılan yönetmenlerinden biri kimliğiyle bulutlarda konuşlanmış Hitchcock‘un ilk filmi olan bu sessiz sinema örneği tek kelimeyle berbat bir film elhamdülillah.

Hitchcock 13 Ağustos 1899 Leytonstone, Londra doğumlu. Böbrek yetmezliğinden sevdiklerine kavuşması ise 29 Nisan 1980 günü Bel Air, Los Angeles, California’da. Yönetmenin anababası yarı İngiliz, yarı İrlandalıymış. Baba William manavmış. Alf henüz 15 yaşında bıyıkları terlememiş bir hiçkurusuyken, babası veda etmiş yaşama. Hitchcock’un katı bir katolik terbiyesi aldıģını yazıyor Vikipedya. Yükseköğrenim bir cizvit okulunda. Baba ölünce hemen hayata atılıp çalışmaya başlamış. Ama merakı yedinci sanatmış. Sürekli film izliyormuş vakit buldukça.
The Pleasure Garden yönetmenin Oliver Sandys‘in bir romanından uyarladığı bir ilk film. İngiliz ve Alman ortak yapımı. 75 dakikalık suskun bir eziyet. İzlemek için bir çuval kabak çekirdeği ya da tespih zorunlu.
Patsy Brand hikayenin kahramanı. Pleasure Garden adlı müzikholde korist olarak çalışıyor. Kız bir gün Jill ile tanışıyor. Jill onu dansçı olarak çalışabileceği bir mekana götürüyor. Jill’in nişanlısı Hugh’u tanıyoruz bu arada: maceracı, başında kavak yelleri esen işe yaramazın teki.
Jill yeni kankası Levitt ile tanıştırıyor bu arada Patsy’i. Kolayca tahmin edebileceğimiz gibi birbirlerine aşık oluyor iki genç. Falan filan, bir yığın saçmalık.
The Pleasure Garden taş devri sinemasının seçkin bir ürünü. Alf’ın gerilimli meslek yaşantısının unutulması gereken ilk paslı halkası!
THE MOUNTAIN EAGLE, 1926

Nedense setteki çekimlere hep takım elbise giyerek gelen, The Lady Vanishes (1938) ile başlayarak filmlerinde anlık görünmeleriyle (hikayenin henüz başlarında ekranda belirmesi, akışa kendini kaptıran izleyicinin dikkatini dağıtmamak içinmiş) bizdeki yönetmenlere de esin kaynağı olan ve kadın saçlarını nedense yakın planlarla sergilemesiyle tanınan İngiliz yönetmenden az bilinen, kayıp diye nitelenen bir sessiz sinema döneminin çöp çalışması Dağ Kartalı.
Alf filmi Eliot Stannard‘ın bir öyküsünden uyarlamış. Olaylar Kentucky’nin bir dağ kasabasında geçiyor. Pettigrew bir dükkan işletiyor orda. Öğretmen Beatrice’e aşık oluyor ama kadın aşkına cevap vermeyince öfkeden deliye dönuyor ve iftira atıyor Beatrice’e. Öğretmenin zihinsel özürlü oğlu Edward’a kötü davrandığını, hırpaladıģı yalanını yayıyor. Beatrice böylece keşiş ile evlenip kasabadaki öfke bulutunu yatıştırmaya çalışıyor. Hatta kocasına aşık oluyor, bir de çocuk dünyaya getiriyor. Falan filan.
Hitchcock’a sormuş François Truffaut, en kötü filmi hangisi diye, Alf hiç duraksamadan The Mountain Eagle demiş.
DOWNHILL, 1927

Gerilim filmlerini tanımlamak için İngiliz gavurlarının diline “hitchcockian” sözcüğünü eklettiren, yapıtlarının merkezine yerleştirdiği nesneleri hikayenin gidişini yönlendiren ögeler olarak kullanmakta nice mahir (bkz. Aşktan da Üstün‘de şiselenmiş uranyum, Arka Pencere‘de nikah yüzüğü, Gizli Teşkilat‘ta mikrofilm, Sapık‘ta 40 bin doların kondugu şişko zarf), özgün mekanlar yerine her zaman stüdyo çekimlerini yeğleyen (ışık olanakları ve kamera hareketleri nedeniyle olmalı), katillerine hep kara gülmece ögeleri (Swift’in torunuydu ne de olsa), yavaş bir konuşma tartımı ve kuru bir mantık yamayan, filmlerinde izleyici kişiliklere değil de olayların gelişimine yoğunlaşsın diye hep ünlü oyuncuları tercih eden Alf ustanın sessiz döneminin galiba en hasarsız ve mazlum çalışması Downhill.
Senaryo filmde başrol oynayan Ivor Novello ile Constance Collier‘in bir oyunundan uyarlama. Hikaye Oxford’da okuyan Roddy üstüne kurulu. Oğlana histerik bir kadın iftira atıyor; bana tecavüz etti, diye ve çocuğun hayatı kararıyor. Roddy okuldan atılıyor, babasına gerçeği söylese de adam inanmıyor. Roddy de bunun üzerine evi terk ediyor ve tiksinç gezegenimizde ayakta kalmaya çalışıyor.
Downhill 80 dakikalık az bilinen bir Alf usta yapıtı. Hitchcock keşke bunun daha sonraki yıllarda ikinci çevrimini yapsaydı! Sessiz sinema döneminin geçiş yazılarıyla hikaye ritmini kaybediyor, sulanıyor çünkü!
THE RING, 1927

Banyoları çoğu kez bir şeyler gizlenen, ön sevişmelerin gerçekleştiği yerler olarak kullanan, örtülü kimlikleri sayısız filminde hikayenin odağına yerleştiren, kadın oyuncular arasında en çok Ann Yondra, Madelaine Caroll, Joan Fontaine, Ingrid Bergman, Grace Kelly, Kim Novak, Vera Miles ve Tippi Hedren ile, erkek oyuncular arasında en çok James Stewart ve Cary Grant ile çalışmış olan, çekimlerinde gerilimi arttırmak için karakterlerin bakış açısı ile yakın planları art arda kurgulayan ve özellikle Amerika’da yönettiği ilk siyah beyaz filmlerde bol bol gölgeler kullanan Hitchcock’un sessiz döneminden gelen bir başka zayıf film de The Ring.
Hikaye üç kişi arasında şekilleniyor. Jack Saunders ile Bob Corby iki boksör ve ikisi de Nellie’ye aşık durumda. Jack daha talihli gözüküyor ilkin. Çünkü kadınla evli. Ama evlilik artık biraz sıradanlaşmış gibi sanki. Nellie böylece daha şatafatlı bir hayatı yaşayabileceği Bob’a kayıyor.
Film çok temposuz ve ara yazılarla izlemesi gerçekten de oldukça tatsızlaşıyor. Bir de sürenin 116 dakika olması anlaşılır gibi değil. IMDB notu bile 6.3’te kalmış. The Ring en kötü Hitchcock filmleri arasında müstesna bir yerde duruyor.
THE LODGER, 1927

Gerilim ustası Hitchcock’tan germek şöyle dursun; akışını, katilini, entrikalarını ilk karelerden anlayarak sıkıntıyla, kabak çekirdeği yokluğunda, ellerimizin, hatta yetenekli ve çevik olanlarımızın ayaklarımızın tırnaklarını yiyerek son yazısını beklediğimiz hantal bir çalışma The Lodger. Alf ustanın bu tatsız nesneyle ilk çıkışını yapmış olması ise mahallemizin garibanlarının dudaklarında sadece acı bir gülümseme yaratıyor.
Alf’in sinema sanayinin içine girişi 1920 senesinde. Eli kalem tuttuğu, çizim yapabildiği için ilkin çevre düzeni takımında yer bulmuş kendisine. Kadın yönetmen Alma Reville (14 Ağustos 1899- 6 Temmuz 1982) hayatını değiştirmiş. Çünkü Alf ile Alma 1926’dan Alf’ın ölümüne kadar evli kalmışlar. Dahası Reville, Always Tell Your Wife (1923) başlıklı filmin çekimi sırasında hasta düştüğü için tamamlayamayınca Hitchcock paçaları sıvayıp çekmiş geri kalan sahneleri. Bismillah demiş böylece yönetmenlik koltuğunda.
Filmin altbaşlığı A Story of the London Fog. Sisli kentte kendine The Avenger (İntikamcı) adını veren bir seri katil dolaşiyor. Yakaladığı sarışın kadınları öldürmekle şöhret yapmış bir mahluk bu.
Bu arada Bunting’leri tanıyoruz: ilkin, evlerindeki odaları kiraya veren bir çift bunlar. Kızları da sarışın bir model. Evlerine gelen tuhaf bir kiracıyla öykü ivme kazanıyor. Kiracıyla sarışın model arasında başlayan arkadaşlık anababayı endişelendiriyor belki ama kazın ayağının öyle olmadığını en aptalımız bile biliyor.
Alf filmi Maria Belloclowndes‘in bir romanından uyarlamış. Senaryoyu Eliot Stannard yazmış. Kiracı önemli bir ticari başarıya imza atmış zamanında. IMDB notu ise bol kepçeden7.3.
CHAMPAGNE, 1928

Ölümünden birkaç ay sonra Queen dergisinin 1980 senesinin onur listesinde, bir zamanlar üzerine güneş batmayan iri devasa Britanya İmparatorluğu’nun en şişman şövalyesi ünvanıyla ihtişamla yer alan Alf ustanın The Farmer’s Wife (1928) zevzekliğinden sonra ikinci komedisi bu bizdeki adıyla Şampanya. Ve Mehmet Dinler, hatta Şafak Sezer komedileri kadar cılız bir yapım duruyor önümüzde!
1928 senesini hatırladığımızda (ninelerimiz uzun kış günlerinde odun sobası üstünde kestane pişirirken anlatırdı ayrıntılara boğularak) Alf ustanın henüz genç ve umut veren bir yönetmen olduğunu, buna karşın Şampanya‘nın yıldızı Betty Balfour‘un (27 Mart 1903- 4 Kasım 1977) İngiliz sinemasının gözbebeği konumunda bulunduğunun altını çizebiliriz ilkin. Yani Şampanya şöhreti ABD’ye nedense ulaşamamış fıstık Balfour için çekilmiş bir yapım. Hitchcock bu sessiz filmi Walter C. Mycroft’un bir hikayesinden uyarlamış. Senaryoyu Eliot Stannard ile birlikte yazmış.
Filmin kahramanı Betty şampanya üreticisi zengin bir adamın tek evladı. İlk sahnelerde genç kadını, babasının uçağına atlamış sevgilisine giderken görüyor ve irkiliyoruz. Ama varlıklı baba bu ilişkiye karşı nedense; sevgilinin kızının parasında gözü olduğunu düşünüyor çünkü. Böylece aşıklar birbirinden ayrılıyor. Bu arada Betty’i gözleyen esrarengiz bir adamın varlığı da öyküye dalmış durumda. Sonra beklenenler oluyor; şampanya kontu iflas ediyor, baba kız zor günler geçiriyor. Final ise elbette mutluluk ve refah içinde bitiyor; bir yığın sürpriz olmayan bayat numaraların ardından.
Alf usta 102 dakikalık lezzetsiz, muazzam hantallıkta, ağırlığı sumo güreşçilerini kıskandıracak bir şey çekmiş. Tamam, genç bir yönetmen henüz o; peki, o yok olasıca British Film Institute (BFI) denen cenabet kurumun bu çöpe 2 milyon dolar harcayıp da restore etmesine, görüntüleri camlaştırmasına ne demeli!
Topunuz cehenneme gidin!

EASY VIRTUE, 1928
Adına 1998 senesinde Los Angeles, California’da 32 sentlik posta pulu çıkarılan, çocukken babasından aldığı mektupla bir polis karakoluna giden ve komisere titreyen ellerle sundugu mektubun ardından tam 10 asırdan uzun 10 dakikayı tutuklu geçiren ve sonra varsayalım babacan komiserin “Oğlum ba,k kaka işler yaparsan, böyle hapse tıkılırsın işte; sakın pis işlere bulaşma” nasihatıyla doğru yolu kendine yol belleyen, araba kullanmaktan korktuğu için ehliyet bile almaya tenezzül etmeyen, en büyük hayranı şaşkoloz Fransız yönetmen François Truffaut olan, nedense Oscar ödüllerinde kendisine sadece nanik yapılan, kızı Patricia‘ya üç filminde yer veren (Sahne Korkusu, Trendeki Yabancı, Sapık) Alf ustadan sinemanın sessiz dönemine sunulan oldukça sıska ve tatsız bir film Easy Virtue.
Film İngilizlerin en İngiliz yazarlarından olan ama aynı zamanda oyunculuk, bestecilik, söz yazarlığı ve ressamlığıyla da bol ilgi ve alkış almış; dahası seks ve uyuşturucuya olan düşkünlüğüyle de mavi kanlılar arasında okul işlevi görmüş Noel Coward‘in (16 Aralık 1899- 26 Mart 1973) şapşal bir oyunundan uyarlama. Senaryo Eliot Stannard‘a ait.
Hikayenin kahramanı Larita Filton skandal bir boşanmanın ardından depresyona giriyor. Çareyi Fransa’ya kaçmakta buluyor. Amacı orada kendine yepyeni bir yaşam kurmak. John Whittaker adlı bir adamla tanışıyor böylece. Başlangıçta herşey pürüzsüz gibi, aşıklar evleniyor. Ama Whittaker’in zengin ailesi kadının geçmişini öğrenince işler karışıyor. Falan filan.
Easy Virtue 80 dakikalık bir sıkıntı abidesi: sessiz sinema döneminden bir paçavra!
THE FARMER’S WIFE, 1928

Seyircisini çoğu kez öykülerindeki suçlular ile duygudaşlık içine sokmayı becererek, pislikler yakalanma tehlikesi yaşadıklarında “aman eyyy” diye bağırtan, beklenmedik çekim açılarıyla başımızı döndüren, karısı Alma Reville kızları Patricia‘ya hamile kaldığında, ona vebalı muamelesi çeken ve kadının irileşmiş bedenine bakmaktan bile kaçınan, kendi evinde düzenlediģi bir partide kadın giysileri giyip bunu 8mm kamerayla da belgeleten ama öldükten sonra filme ne yazık ki ulaşılamayan, her akşam annesinin yatağının ayakucunda ayakta hazrola geçip o gün neler yapıp ettiğini bütün ayrıntılarıyla anlatan toraman ana kuzusu Hitchcock‘un bu sessiz filmi için iyi bir söz etmek, bence deveye hendek atlatmak kadar zor bir edim hamdu senalar olsun!
Hikayenin kahramanı Sweetland tek başına yaşayan ihtiyar bir çiftçi dul. Ama evlenmek istiyor. Haklı, azrail tek başına karşılanmaz ki! Bu nedenle kahyası Minta’yı kendine vekil tayin ediyor. Yöredeki yaşı yaşına, boyu boyuna, huyu huyuna uyan kadınlardan birini alıp kokmuş yatağında birlikte horlamak için!
Hitchcock 100 dakikalık bitmeyen bir azap çekmiş, film Eden Phlillpotts‘un kıtipiyoz bir oyunundan uyarlama.
İmdaaaaatttttt!
THE MANXMAN, 1929

1977’den ölümüne kadar The Short Night adı verdiği tasarı için bir sürü yazarla verimsiz bir iş birliģine girişen, senaryonun çekilmemiş son hali yine de David Freeman‘in çabasıyla kitaplaşan, Hollywood’u ilk kez otuzlu yılların sonunda ziyaret eden ama iletişim kurduğu tüm yapımcıların ağız birliği etmişçesine, Sen Hollywood filmi yapamazsın sör, diye kendisini reddettikleri Alf ustadan ne yazık ki son jeneriği görmenin deveye jartiyer giydirmek kadar zor bir zenaat olduğu berbat bir film The Manxman.
The Manxman‘in tarihi önemi filmin içeriğinin çok önünde. Alf’in sessiz döneme armağan ettiği birbirinden sıkıcı filmlerinden sonuncusu bu. Sonrasında sesli dönemin ürünlerini seyretmeye hazırız hamdu senalar olsun.
Alf usta filmi Hall Caine‘in bir öyküsünden uyarlamış beyazperdeye. Senaryoyu Eliot Stannard yazmış. Öykü Man adasında geçiyor. İki farklı kültürden gelen iki kişiyi tanıyoruz başta. Biri balıkçı Pete, öteki hukukçu Philip. Kadim dost bunlar!
Balıkçı Kate’e aşık, evlenmek istiyor kızla. Kate ev sahibinin kızı. Ama kızın babası Pete’i uygun bir damat olarak görmüyor. Balıkçı da şansını başka yerde aramak üzere ayrılıyor adadan. Kate’i kankasına teslim ediyor!
The Manxman zamanın çöp tenekesine attığı bir film ne yazık ki! Üstelik de süresinin 110 dakika olması seyir olanaģını nerdeyse sıfırlıyor! Hantallık, kötü oyunculuk, öykünün ucuzlugu!
İmdaaaaat!!