aragon ve pont-neuf

pont-neuf üzerinde rastladım
uzaktaki öbür yüzüme ikiyüzlü’ me
ve rengi uçmuş gün ışığında
arkadaşım dedi bana sessizce
bu dörtlük louis aragon’un. bilirsiniz, en azından adını duymuşsunuzdur mutlaka.

ünlü bir fransız şairidir (1897-1982). aykırı birisidir, ama iyi bir insan, iyi bir şairdir. dahası “dadacı /züppe / gerçeküstücü / komünist / politikacı / âşık / ortodoks / muhalif / eşcinsel” (1) dir ve bir çok başka özelliği de vardır. ama derdim onu anlatmak değil. onun “pont-neuf üstünde” (2)şiirinden söz etmek?
ama ondan önce başka bir soru sormalıyım: “pont-neuf” nedir, bilir misiniz?
fransızca biliyorsanız sözcüklerin anlamlarından yola çıkarak kolaylıkla “yeni köprü” diyebilirsiniz elbette. eğer paris’e gitmediyseniz ve özellikle merak edip araştırmadıysanız, bu köprüyle ilgili konuları bilmeniz çok küçük bir olasılık…
Şair Louis Aragon
adının yeni olmasına bakmayın, paris’i ortasından bölen seine nehri’nin üzerindeki en eski köprüdür, pont-neuf. paris’te bulunduysanız mutlaka üzerinden geçmişsinizdir. aslında aynı isimli bir başka köprü de fransa’nın toulouse kentinde de vardır. paris’te olan kral III. henry tarafından yapımına karar verilen, inşaatı 1578’de başlayıp 1607’de bittirilmiş ve 1889’dan itibaren de “tarihi anıt” olarak kabul edilen bir köprüdür. ben de 2022’de kızımla brilikte paris’te gezerken öğrenmiş, üstünden ve altından geçmiştim bu eski köprünün.
fransızca bilmiyorum ama sanırım her parisli ya da her fransız bu köprüyü bilir. yerini ve hikâyesini de bir şekilde öğrenmiştir. ama sevgili aragon’un yukarıda söz ettiğim şiirini okumuş mudur, bilir mi işte ondan emin değilim.
pont-neuf üzerinde rastladım
bu uzak şarkı da nereden çıktı
kötü demirlemiş bir mavnadan mı
yoksa samaritaine metrosundan mı
pont-neuf üzerinde rastladım
köpeksizdi bastonsuzdu pankartsızdı
ümitsizlere acıyın lütfen
ön tarafta halkın yer açtığı
böyle başlar 16 dörtlükten olan bu uzun şiir. şiirin şiirselliğini değil de anlattıklarına dikkât etmenizi istiyorum. şairin birinci tekil şahıs, yani “ben” sesi ile söylediği dörtlüklerin ilkinde, köprünün hemen dibindeki bir mavna ya da samaritaine metrosundan geldiğini sandığı ve “uzak” diye nitelendirdiği bir şarkı çalınır kulağına. buradaki “uzak” sanki sesin uzaklardan geldiğinden çok, şairin belleğinin ücra yerlerinde kalan bir şarkı lduğunu düşündürür bize. kimbilir hangi şarkıdır. zaten o köprünün üzerinde durduğunuzda gerçekte çalmasa da bazı şarkılar ezgiler duyarsınız, kendinize geçmişinize dair, izler bırakmış; belki de o sırada mırıldanırsınız ve kendi sesinizi duyarsınız. belki o ezgiyi her zaman duyuyor da olabilirsiniz ama bunu o zaman fark etmiş olmanız kuvvetle muhtemeldir.
ikinci dörtlükte ise şiirin öznesi ve sesi bu köprü üzerinde rastladığı birisinden söz eder. “köpeksiz, bastonsuz ve pankartsız” birisidir rastladığı kişi. ümitsizdir üstelik de. bu kişi halkın saflarının biraz daha önünde görünür, bilinir bir kişidir. bu nitelemeleri birleştirdiğimizde bu kişinin “görmeyen / ör” biri olabileceğini kolaylıkla düşünebiliriz. köpek, baston ve pankart (kim olduğunu ve neden bu hâlde olduğunu, ihtiyacının ne olduğunu belirten bir yazı olabilir) onun kimliğini belirleyen önemli unsurlardır. dahası sıradan birisi de değildir o: halkın ön saflarında olan birisidir.
***
bu köprüyle ilgili bir de çok ünlü bir film var. bugün fransa’da çekimi için harcanan para açısından ilk sırada geldiği söylenir. çok önce izlediğim, leos carax adlı bir yönetmenin yönettiği, başrollerinde çok beğendiğim ve sevdiğim juliette binoche ve onun bu film öncesinde beraber olduğu sevgilisi, ünlü aktör denis lavant’ın oynadığı 1991 fransız yapımı les amants du pont-neuf (3)(köprü üstü âşıkları) adlı filmini, aragon’un yukarıda söz ettiğim şiirinden haberdar olup, dahası köprüyü de görmüş olarak, yeniden izledikten sonra aklıma bir soru geldi:

“diyelim ki bir film yönetmenisiniz… aklınıza bir ‘durum’, ‘hâl’ ya da bir ‘konu’ geliyor… düşünüyor, taşınıyor,biraz araştırıyor ve bu temayla ilgili, bir şeyler karalıyorsunuz. beyniniz büyük bir hızla çalışıyor. aklınıza gelen tüm çağrışımlara kulak veriyorsunuz… ve bir senaryo yazıyorsunuz… hooop!.. bingo!”
siz okumamışsınız o ana kadar ama şair, yazar, sanatçı olmak böyle bir şey zaten… başkalarının aklına gelecek şeyleri onlardan çok önce hissetmek, dile getirmek. işlemek, anlatmak, göstermek… aragon’un bu şiirini yazarken ölümünden dokuz yıl sonra çekilecek bir filmi aklına getirip yazması mümkün değildir elbette. ama tersi mümkün olamaz mı acaba? aklıma gelen soru bu. bu filmin, bu şiirler ilgisi olabilir mi?
tabiî şöyle diyebilirsiniz:
— herkes her şeyi bilebilir mi?
google olsanız bile bu mümkün değil… bunu çok iyi biliyorum. ama birisi, hem de çok ünlü bir şair, louis aragon, yapacağınız ve çok masraf harcayacağınız filmin geçtiği köprü üzerinde neredeyse aynı adla, “pont-neuf üstünde” diye bir şiir yazmışsa, muhtemelen okumuş olmalısınız diye düşünüyorum ister istemez. hele hele fransa gibi bir ülkede, fransa’da ve paris gibi bir dünya kültürünün merkezi olan bir yerde yaşıyorsanız, mutlaka biliyor olmalısınız… herhangi biri olsanız, her şairin çok ünlü olsa da yazdığını okumuş olmanızın veya bilmenizin mümkün olmadığı da düşünülebilir.
belki de okumuşsunuzdur ama yaşınız ya da yoğunluğunuz nedeniyle okuduğunuzu anımsamıyor da olabilirsiniz. ama sinema işi bir ekip işidir. ayrı yazı ekibi, ayrı çekim ekibi, o sırada orada orada olan bir çok sanatçı, kültürlü insan vardır. yüzlerce insanla birlikte çekilir bir film. bir yönetmen hepsiyle hemhâl olamaz onu da bilirim. bazı yönetmenler ise birkaç kişi dışında ekibindeki kişilerle tek kelime bile etmemiş olabilir. ama ünlü, entelektüel oyuncular da vardır, onlardan en az birisi biliyor ya da araştırmış olabilir. eğerböyle değilse, fransa’ya, paris’e dair saptamalarımda yanılıyorum demektir. ya da dünya çok değişmiş,“aragon” gibi şairler, unutulmuş olabilir. o zaman filminizin değerini yeniden ölçebilir miyiz acaba…
peki, bunları, bu kadar kesin nasıl yazabiliyorum
***
isterseniz filmin hikâyesine bir göz atalım.(4)

paris’in en eski köprüsü pont neuf’’ün çevresinde geçen filmde, iki genç, biri serseri alex (denis lavant) ve alımlı güzel bir genç kadın, michèle (juliette binoche) arasındaki bir aşk hikayesi anlatılmaktadır.
filmin başında, gece karanlığında uzaktan bir köprü gösterilir, hemen ardından çevreden vuran ışıkların dalgalandığı bir suyun (seine nehri’nin suları) görüntüsünün ardından, bir büyük ve trafiğin aktığı bir cadde (boulevard de sébastopol) üzerinde sarhoş ya da yüksek doz uyuşturucu almış bu genç bir adamın (alex) yalpalayarak yürüdüğünü görürüz. bir süre onu izledikten sonra bir de kadın (michèle) görürüz. pejmürde bir görünümü vardır.
Yalpalayan adam onun da dikkâtini çeker ve onu izler. bir elinde biri eşya, diğeri kolunun altında taşıdığı ressamların, çizimle uğraşanların kullandıkları büyük boy bir resim çantası vardır.
bir süre sonra alex yere düşer ve bacağının üzerinden bir araç geçer. kısa süre içinde siren sesleri duyulur ve içinde sokakta yaşayanların olduğu ve onları topladığını düşündüğümüz bir otobüs alex’in hemen ayakucunda durur. içinden iki kişi iner ve adıyla seslenerek alex’in yanına gelirler. kadın ise bu sahneyi izler. alex önce hastaneye götürülür, kırılan ayağına müdahale edilir, sonra da kendisi gibi olanların barındırıldığı merkezde bakılır. bu arada iyileşmesine yakın onun yaşamını değiştirmesi için önerilerde bulunan bir görevliye köprüye döneceğini söyler.

gerçekten de köprüye giden yolda koltuk değneği ile yürüdüğünü görürüz. ayağı sarılı olmasına karşın, kapatılan köprünün önüne konulmuş engelleri aşarak köprü üzerine gelir. köprü fransız devrimi’nin iki yüzüncü yılı için onarılmaktadır ve o yüzden tellerle, perdelerle çevrilerek trafiğe kapatılmıştır ve alex bu köprü üzerinde yaşamaktadır. kendisi gibi orada yaşayan hans (klaus michael grüber) adında yaşlı bir adamın yanına gider. hans köprünün sahibidir adetâ. adam onu sorgular, sonra da istediği yatıştırıcısını (bir cam flakonun içinde renksiz bir sıvıdır, morfin?) verir, sonra da onun yattığı yerde de bir başkasının yattığını, onu ertesi gün defedebileceklerini söyler. alex yerine gittiğinde bir kedinin de üzerinde yattığı kadını ve yanındaki resim çantasını görür, teker teker resimlere bakar. birisinin kendisine benzediğini fark ederiz.
alex, alkol ve sakinleştiricilere bağımlı bir jonglör yani sokak sanatçısıdır; ateş püskürterek ve akrobasi yaparak yaşamını sürdürmekte ve para biriktirmektedir. michèle ise aslında iyi, varlıklı ve asker bir aileden gelen başarısız bir ilişki yaşamış olan ve bir hastalık nedeniyle görme yetisini yavaş yavaş kaybeden ve bu yüzden sokaklarda yaşamayı yeğleyen bir ressam kadındır. ona bir köpek değil ama sadece bir kedi eşlik etmektedir. sanatına tutkuyla bağlıdır ve görme yetisi tamamen kaybolmadan önce rembrandt’ın louvre’daki otoportresini görmeyi çok istemektedir.
şiirin ilk iki dörtlüğündeki unsurlarla, yukarıda yazdığım, filmin başındaki iki insanın hâlleri ve özellikleri, bire bir aynı kişi olmasalar da bence birbirine benzemektedir. körlük kadının giderek ciddi bir hâl alan sorunudur. aragon’un şiirinde anlatılan, daha sonraki dörtlüklerde göreceğimiz gibi kişi aslında şairin kendisidir ve şair bir anlamda hayata dair görüşünü kaybetmiş “kendisini” aramaktadır. bu noktada şiirin aslında bir komünist olduğunu düşünen ve üyesi bulunduğu fransa komünist partisi ile ilgili tutum değişikliklerinden kaynaklanan bir “arasatta kalma hâli”ni de ifade ettiği düşünülebilir. filmin devamında görülebileceği gibi bu iki insanın birbirleriyle ilişkileri de biraz böyledir. hem beraber hem de ayrı olamayan iki insanın ilişkileri gibidir. yani birbirlerine bir biçimde bağlanmış ve ayrılamayan iki kişidirler
pont-neuf üzerinde rastladım
kendimin eski görüntüsüne
ağlamaya yarayan gözleri vardı
ağzı hazırdı küfretmeye
pont-neuf üzerinde rastladım
bu zavallı görüntüye
sadece kendi acısının
derdine düşmüş dilenciye
burada özdeşliğin daha çok alex’e kaydığı da düşünülebilir. ağzı pis, zavallı bir adamdır o. evet onu bir aragon olarak düşünemeyiz ama hâllerinde oldukça büyük bir benzerlik olduğunu da düşünmek mümkündür. “kendimin eski görüntüsü”nü dosyada yer alan çizili taslaklardan alex’in dikkâtini çeken eskiz de, şiirde görüntüye dair net bir tanım olmasa da bizde uyanan algıyı irdeleyecek olursak, gerçekten de “zavallı ve kendi acısının derdine düşmüş bir dilenci” gibidir alex, ya da aragon, hattâ michèle. ama dünya zaten böyledir. insan hâlleri değişkendir ve her hâl aslında geçicidir ve genellikle bir başka şeye bağlıdır.
pont-neuf üzerinde rastladım
duman eskisi gibi bugün de
orman sınırındaki kendime
şafaktaki eski halime
pont-neuf üzerinde rastladım
ben doğmadan bir benzerine
bu her zaman ürkek olan çocuğa
gençliğimin hayaletine
bu dizelerde görüleceği gibi sonraki iki dörtlük de bu ortamın ve insanların hâllerinin pekiştirilmesi için yazılmış gibidir: gecenin karanlığı, sabahın oluşu, hayalet gibi yaşayan birileri… “ben doğmadan” yerine “ben öldükten” sonra da demek de mümkün.
alex eskizleri gördükten sonra uyumak için köprünün bir başka bölümüne gider. uyandığında ise michèle’in onun bir resmini çizdiğini görür. alex ve hans’ın zorlu bir hayatları vardır ve başkalarının o hayata dahil olmasını da istemez. hans hattâ başlangıçta michèle’e düşmanca ve çok kötü davranır, bunun nedenlerini filmin devamında öğreniriz. sonrasında araları düzeldiğinde ise ona eski hayatını anlatacak ve louvre’daki tabloyu görmesi için ona yardımcı olacaktır.
pont-neuf üzerinde rastladım
yirmi yıl boyunca yalanlar dünyasına
bir dualık zaman kadar
sadece düş olan bu delikanlıya
pont-neuf üzerinde rastladım
göğün ve yüreğin soytarısına
tertemiz alnına aşırılıklarına
römorkörlerin kara çığlığında
pont-neuf üzerinde rastladım
bu genç erkeğe ve boş kollarına
o baş döndürücü şarkıları söylerken
rüzgârın ısırdığı dudaklarına
pont-neuf üzerinde rastladım
canını ateşe veren oyuncuya
yolunu kaybetmiş bir güvercin gibi
notre-dame’ın kuleleri arasında
sönraki dört kıtadaki aslında metaforik nitelemeler de alex’in durumuyla özdeşleştirilebilir. dediğim gibi alex’in hâli ve yaşamını sürdürmek için yaptığı işler ve gösteriler sanki bu dörtlüklerde anlatılıyor gibidir. aragon’un yaşamında özellikle eşi ve sevgilisi elsa triolet’in ölümünden sonra yaşadığı ve son dönemlerinde de dile getirdiği “eşcinsel”liğin de burada rol oynamış olabileceğini düşünebiliriz. belki de filmdeki alex gibi birileriyle beraberlikleri vardı ve alex’in böyle çizilmesi, bu şiirdeki göndermelerden esinlenmiş olabilirdi. tabiî bana göre, benim algıma göre.
pont-neuf üzerinde rastladım
başlayan ben’in hayaletine
suyun akıntısında altın rengidir kent
ters yönde ise şarkı bitmekte
pont-neuf üzerinde rastladım
uzaktaki öbür yüzüme ikiyüzlü’ me
ve rengi uçmuş gün ışığında
arkadaşım dedi bana sessizc
pont-neuf üzerinde rastladım
bana benzeyen bu küçük zavallıya
sen nehri üstünde gösterdi bana
güneşli yerleri çok uzaklarda
pont-neuf üzerinde rastladım
bilgisiz ve saf olan benzerime
ve uzun süre kalakaldım
geri geri giden kendi gölgemde

yapılan kutlama şenlikleri hikayenin arka planında sürmektedir: gerçekten de suyun rengi “altın” gibi ışıldamaktadır ve paris’in semaları abartılı bir havai fişek gösterisiyle aydınlanırken, alex bir sürat teknesi çalar ve michèle’e seine nehri’nde su kayağı yapma imkânı sağlar. muhteşem denecek görüntüler ve sahnelerdir bu sahneler. ve yine şiirin yukarıda yer verdiğim dört kıtasında söylenenler de filmdeki görüntülerle birlikte okununca ya da anımsanınca, bu kez de buradaki görselliğin filmde sergilendiği düşüncesi uyandı bende.
giderek alex’in michèle’e olan aşkının karanlık bir tarafı olduğu anlaşılır. michèle’in görmesi an be an kötüleşirken, alex ona giderek daha fazla bağımlı hâle gelmektedir, onu sahiplenmekte ve kölesi gibi davranmaktadır. tam o sırada michèle’in durumu için yeni bir tedavi imkânı ortaya çıktığı öğrenilir. ailesi onu bulmak için sokak posterleri astırır ve radyodan anonslar yaptırır.
tedavi olursa kendisini terk edeceğini düşünen alex, michèle’in ailesinin onu bulma girişimlerinden haberdar olmasını engellemek için posterleri yakar; posterleri asan bir işçinin minibüsünü ateşe verir ve adam yanarak ölür.
bunları yapanın alex olduğu anlaşılır ve hapse atılır. ailesi michèle’i bulur ve ameliyat gerçekleştirilir ve yeniden görmeye başlar. alex cezası bitip serbest bırakıldıktan sonra, köprüde son kez buluşurlar. alex’in ona olan aşkı değişmemiştir ancak michèle aynı duygulara sahip değildir. öfkelenen alex, onu seine nehri’ne atar, kendisi de düşer. suyun altında, bir bağlantı ânında birbirlerine yeni gözlerle bakarlar. sonra onlar batıya doğru giden bir mavna tarafından kurtulurlar ve tekne ikiliyi atlantik’e okyanusa ve yeni bir hayata götürür.
pont-neuf üzerinde rastladım
otururken taşların aşındığı yerde
mırıldandığım nakarata
ve ışığım olan düşe
kör adam, rastladığım kör adam
dul kalmış bakışlarınla geçerken
ey benim çaresizlik dolu yıllarım
pont-neuf üzerinden
şiirin son iki dörtlüğü de bence anlam olarak filmin sonunda anlatılan durumla koşut. artık gerçekten kör olan bir kadın yok, gören ama görmek istediklerini göremeyen bir adam var şiirde. başlangıcın zıddı yani, tıpkı filmdeki gibi. yeniden birleşme ve geleceği başka biçimde kurmaya doğru yol alırlarken aragon da dilindeki şarkıya, düşlerindeki ışığa ve kör ve elsa’yı yitirmekten dolayı dul kalarak çaresizlikle dolu yıllara dönecektir. bir başınadır ve yalnızdır. ama aslında alex’le, michèle’in “buluştukları” gibi o da kendisini bulmuş kendisiyle buluşmuştur
***
tüm bunlardan görüleceği üzere şiirin bütününün içinde anlatılanlarla filmin hikâyesinde koşut yanlar bence, benim algıma göre çok fazla. bu düşünceler ve sorularla filmi iki kez daha izledim ve aragon’un şiirindeki bölünmüş kimliğin parçalarının bir araya gelmesine dair duygu ve düşüncelerle, alex ile michèle’in aslında aynı hâlin iki farklı dışa vurumu olabileceği ihtimâli hiç de az olmadığını düşündüm. buradan senaryoyu yazan ya da yönetmenin bilinçdışını da bir rolü olabilir kuşkusuz.
dolayısıyla yönetmen, senarist ya da oyuncuların burada anlatılanları bire bir göstermiş olmasalar da bazı esinlenmeler olduğu kolaylıkla düşünülebilir, diyorum. ancak filmle ilgili yazılıp çizilenler arasında böyle bir koşutluğa dair herhangi bir not, bilgi ya da değerlendirme yer almıyor olması başta da dediğim gibi bu, beni çok şaşırttı. ama bu koşutluğun herhangi bir yerde söz edilmeyişinin nedenini çözemedim.
bu düşünceyle bir süredir benim de yazılarımın yayınlandığı zeplinart dergisi’nde sinema yazıları yazan bu konuda birikimi çok olan sevgili uğur ün’e danışmak ve böyle bir koşutluk olduğuna dair bir şey bilip bilmediğini sormak geldi aklıma ve sordum; yanıtı şöyleydi:
“fransız sinema yazarları ayrıntılara çok dikkat ettikleri için, kim nereden ne aşırmış, ne esinlenmiş, bunları bir bir yazmayı meslek edinmiş oldukları için, eğer carax aragon’a göndermeler yapmış olsa, yani carax şairden bir yerlerde etkilenmiş olsa, ona selam göndermiş olsa, sanıyorum ki fransa’nın bu çok bilmiş, çok tıkınmış, çok şarap içmiş aydın eleştirmenleri bunlara değinir, bunları didik didik eder, delik deşik eder, bu etkilenmelerin altını çizer, bu etkilenmelerin üstünü çizer, böylece atilla dorsay abimiz de film için cumhuriyet’e ya da milliyet’te yazdığı yazıda bundan bahsetmeden geçmezdi… burası kesin…”
bilen birisinden gelen böyle bir yanıttan sonra bana başka bir söz düşmez elbette. ama tüm yapıtların alıcısına, izleyicisine, okuruna ulaştığı anda yeniden yaratıldığını, yazıldığını düşünürüm her zaman. özne onu ilk yaratn değil, onu okuyarak, izleyerek katılan ve hayalinde yaratandır. yazarın yönetmenin ne kadar hakkı varsa, en az onun kadar alıcı, izleyici ve okurun da hakkı vardır. ben hakkımı kullanıyor ve bu şiiri ve filmi böyle okuyorum.
***
bunları düşünürken, bir kaç hafta önce okuduğum bir söyleşideki bir cümle geldi aklıma.
“bir mevzu atıyorum ortaya, sonra da izliyorum, neler olup bittiğini!..”
herkesin dert ettiği şeyleri dile getirenlere politikacı, hiçkimsenin dert etmediği şeyleri dert eden kişilere ise sanatçı diyorlar, bunu biliyorum ama gerçek sanatçı olmak da çok kolay bir iş değil bence… o yüzden onlardan bazıları sonradan politikacı oluyorlar galiba?
eğer film yönetmeniyseniz, akıl zaman, mekân, ortam ya da bağlam beklemiyor… aklınıza geleni çekiyorsunuz… aslında bu konuda çok önemli bir adsınız… sizi izleyenler, filmlerinizi bekleyenler var…
dahası siz o kadar da iddialı birisi değilsiniz… ama olan bitenin en can alıcı noktasını keşfetmekte üzerinize yok. aykırılıklar, aykırılardan beslenir… siz ise seviyorsunuz aykırı olanı…
zaten siz de aykırısınız…
dahası filmi izlerken artık şiirden haberdâr ve dizeleri aklında olan biri olarak şaşırıyorsunuz…
heyy!.. hoop!… yine bingo!…
yakalandınız işte….
dipnotlar:
(1) bahadır gülmez “aragon” biyografisi kavram yayınları, 1999, sayfa: 187
(2) louis aragon, “mutlu aşk yoktur”, fransızca’dan çevirenler: gertrude durusoy, ahmet necdet
(3) https://ugurfilm8.com/les-amants-du-pont-neuf/
(4) filmin bilgileri vikipediden aktarılmıştır