KÜLLERİNDEN DOĞANLARIN HİKÂYESİ: “MARIA BRAUN’UN EVLİLİĞİ”

1978 yapımı Maria Braun’un Evliliği (Die Ehe der Maria Braun) adlı filminin Fassbinder’in kariyerinde bir dönüm noktası olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Yönetmen Maria Braun’un Evliliği ‘ni çektiğinde 20’den fazla film yönetmişti (37 yıllık kısacık ömrüne, ve 1969’dan 1982’ye dek süren 13 yıllık sinema kariyerine 40’dan fazla film sığdırdığını biliyoruz, dehasının önünde şapka çıkarıyoruz her zaman). Öte yandan onu uluslararası alanda tanınır hale getiren ve ana akım başarı kazandıran film bu oldu. Özellikle Batı Almanya’da en büyük gişe başarısını bu filmle elde etti.

Fassbinder’in deneysel, daha sert, Brechtyen, radikal ölçüde minimalist ve izleyiciyi yabancılaştıran sinema dilinin, daha melodramatik ve cilalı, duygusal anlamda daha erişilebilir bir tarza, daha lineer bir anlatıma evrilmesi belki bazı hayranlarında – bir parça da olsa – düş kırıklığı yaratmış, yönetmenin radikalliğini ticari başarıya kısmen feda ettiğini düşündürmüş olabilir. Önce şunu söyleyeyim; ben kesinlikle öyle bakmayanlardanım. Bu noktada üstadımız Ugi Baba’nın herkesin zevki birinci mevki şeklindeki söylemini, yüksek müsadesiyle dillendirmek isterim. Hangi dönem Fassbinder filmleri daha sevilesi, sorusunun yanıtı bende belli. Her döneminden ayrı haz alıyorum. Büyük yönetmenlerin filmleri sadece art-house gösterimleriyle sınırlı kalmasın, istiyorum, ayrıca. Bu nedenle, iyi ki kitlelere ulaşmış Maria Braun’un Evliliği.
Tüm uzun soluklu yaratma serüveni, sanatçının, toplumun ve dünyanın içinden geçtiği her türlü değişim ve gelişimle şekillenir. Büyük ustaların sinema serüvenlerine baktığımızda her dönemlerinde ayrı güzellikler bulmak mümkün, az önce belirttiğim gibi; yeter ki samimiyet ve sahicilik kaybolmasın; filmler hesapçılığa ve popülerlik sevdasına feda edilmesin. Fassbinder bu filminde de tüm sahiciliği, tüm samimiyetiyle karşımızda. Almanya’nın II. Dünya Savaşı felâketinden sonra ayakta kalma, kendini yeniden yaratma ve geçmişiyle yüzleşme sorunsalını, bir kadının traji-komik duygusal, fiziksel ve ahlaki yolculuğu üzerinden anlatıyor. İlk dönem filmlerindeki Brechtyen yabancılaştırma tekniklerinin yerini Hollywoodvari melodram (Douglas Sirk) anlayışına – kontrollü bir biçimde – bırakması, amacının aslında dramatik gerilim noktaları yaratarak ve daha süslü bir görsellikle bizi öykünün içine çekerek, yaptığı sosyo-politik eleştiriye daha fazla dahil etmek olduğunu düşündürüyor. Buna karşın filmin hemen her karesine sinmiş ironi ve kara mizah da tıpkı ilk dönem filmlerindeki gibi bizi aykırı ve isyankâr bir serüvene tanıklık ettiğimize sürekli ikna ediyor.

Filmimizin hikâyesine dönersek: Savaşın son günlerinde Alman kadın kahramanımız Maria (Hanna Schygulla), asker Hermann Braun (Klaus Löwitsch) ile evlenir. Bombalar altında gerçekleşen nikah töreninin hemen ardından Hermann cepheye gönderilecektir. Maria’nın yıkılan nikah sarayının önünde, başlarına taş, moloz yağarken yerde sürüne sürüne Hermann’a ulaşıp nikah belgelerine imzasını attırması, dirençli ve kararlı bir kadın karakterle karşı karşıya olduğumuzu filmin ilk sahnelerinden itibaren hissettirir.
Maria savaş sonrası yıkım içinde tek başına hayatta kalmaya, annesi ve büyük babasına da destek olmaya çalışır. Kocasının öldüğüne inanır; Amerikan askerlerinin müdavim olduğu bir barda iş bulur. Doktordan istenen sağlık belgesi, aile dostu olan doktorun hüznü vb tepkilerden bu işin fahişelik olduğunu tahmin ederiz. Maria siyahi bir subayla ilişkiye girer ve hamile kalır. Ancak Hermann’ın beklenmedik bir şekilde geri dönmesiyle hayatı bambaşka bir yöne savrulur. Aslında film, kahramanımızın Almanya’nın yeniden inşa sürecine paralel bir şekilde ilerleyen kişisel yolculuğunu izler.

Maria karakteri, hem birey olarak hem de Batı Almanya’nın bir metaforu şeklinde karşımıza çıkar. Onun direnci, hırsı ve çevresindekilerle arasına koyduğu duygusal mesafe, ülkenin savaş yıkımından refaha geçiş (”ekonomik mucize”) yolculuğundaki kritik değerleri yansıtır. Maria, erkek egemen bir dünyada güzelliğini, zekâsını ve cinselliğini bir tür sermaye gibi kullanır; kendini yeniden yaratır. Bu yönüyle, Almanya’nın da kendine yeni bir kimlik inşa edişini simgelediğini düşünebiliriz rahatlıkla. Ama gerek Maria gerekse Almanya geçmişiyle ne kadar yüzleşmektedir acaba?
Fassbinder, Maria’yı güçlü ama trajik bir kadın karakter olarak çizer. Maria’nın hayatını yeniden inşa etmedeki başarısı, duygusal yakınlaşmalardan uzak durması ve evliliğinden vazgeçmesi pahasına gelir. Filme adını veren “evlilik” kavramı zaten ironiktir: Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bir bombardıman sırasında, tepelerine taş tuğla yağarken başlayan ve yaklaşık on yıla yayılan evlilik ilişkisinde Maria ve Hermann’ın aralarındaki yasal bağ sürer ama duygusal ve fiziksel bağlar kopar.

Bir diğer trajik öge, Maria’nın erkek tahakkümüne karşı duruşu, karşı cinsle arasına koyduğu mesafe ve zekâsıyla elde ettiği maddi kazanımlar düşünüldüğünde, hem özgürleşmiş hem de kendi yarattığı dünyaya hapsolmuş bir karakter olmasıdır. Amerikalı subayı kazara öldürmesinden sonra suçu üstlenen Hermann’ın hapse girmesi, bu büyük özverinin karşısında Maria’nın tüm çabasını ve planlarını bir gün Hermann’la yeniden başlayacağını umduğu ortak yaşama odaklaması, oysa buna karşılık Hermann’ın karısına aşık zengin tekstilci Karl Oswald (Ivan Desny) ’ın yarı mirasçısı olma karşılığında mahkumiyeti sona erdiğinde Maria’yi terk etmesi bu müstesna karakterimizin tek başınalığının, kendi savaşına hapsolmuşluğunun göstergesi.
Fassbinder Maria’nın dışarıya verdiği görüntünün aksine sıkışmış ve parçalanmış ruh halini filmde biçimsel olarak da ustaca veriyor. Örneğin Oswald’ın ofisinde Maria’yı sık sık parlak mobilyalar, cam yüzeyler, aynalardaki yansımalarında izliyoruz; bu bir ilüzyon etkisi yaratıyor. Veya dengeli kadrajlarda mobilyaların birbirine simetrik ya da Maria’nın kadrajin veya erkek karakterlerin tam ortasında konumlandırılması gibi tekniklerle, kahramanımızı baskıcı (mekanik ve çıkarcı ilişkilerin hakim olduğu), erkekegemen bir düzende ayakta kalma çabası içinde görüyoruz. Görüntü yönetmeni Michael Ballhaus (1935-2017)’un, efsane Fassbinder ile sekiz yıla yayılan bir işbirliği olduğunu, elde ettiği haklı şöhretin ona Holloywood kapılarını açtığını ve ardından After Hours (1985), Good Fellas (1990), Dracula (1992), Age of Innocence (1993), Gangs of New York (2002) ve The Departed (2006) gibi büyük Hollowood filmlerinde görüntü yönetmeliği yaparak, 3 kez Oscar’a aday olduğunu da belirteyim.
Maria’nın bir iş insanı üzerinden zenginleşmesi, Almanya’nın kapitalist düzene geçişine koşut bir hikâye. Fassbinder bu geçişi sert bir şekilde eleştiriyor: Çünkü burada gördüğümüz ekonomik başarı, ahlaki ödünlerle, duygusal kopuşla ve unutmayla mümkün. Maria’nın içsel boşluğu ve yüzeysel ilişkileri, savaş sonrası Almanya’nın “ekonomik mucizesinin” altında yatan boşluğu da simgeliyor.
Fassbinder, Maria Braun’un Evliliği’nde savaşın bıraktığı travmayı seyirciye sürekli hatırlatıyor. Kayıplar, yıkım ve yüzeyin hemen altında varlığını sürdüren şiddet tekrar tekrar vurgulanıyor. Maria’nın duygularıyla yüzleşememesi, ülkenin kendi geçmişiyle hesaplaşmayı reddetmesini simgelediği gibi savaşın ardından kurulan düzende geçmişin bastırıldığına da işaret ediyor.

Filmin sonunda gerçekleşen patlama (radyoda Almanya’nın 1954 Dünya Futbol Kupası’nda Macaristan’ı yenerek şampiyon olması sırasında) yine Almanya’nın gerçekleştirdiği ilerlemenin Maria’nın dünyasından ironik bir yansıması gibi düşünülebilir. Almanya şampiyonluğa kavuşmuş, Maria da hem kocasına hem de mirasına kavuşmak üzeredir. Maria sigarasını yakarken açık kalan gaz, nihai yıkıma ve ölüme götürür her ikisini de. Bu patlamanın bir kaza mı, yoksa Hermann’ın Oswald’la yaptığı anlaşmayı öğrenen Maria’nın intiharı mı olduğu belirsiz bırakılmıştır. Her iki gerekçe de gayet olası.
Sonuç olarak Maria Braun’un Evliliği, bir kişisel trajediden kat kat fazlası; politik bir alegori. Maria, bir kuşağın ve bir ulusun temsilcisi: Dışarıdan bakıldığında çok başarılı, kendi içinde ise kırılgan. Cinsiyet, hafıza, kapitalizm ve tarihsel kimlik temalarını ustalıkla işlemiş yönetmenimiz. Ve bireysel bir hikâyeyi politikleştirerek izleyicisini modern Alman toplumunun temelleriyle ve bastırdığı gerçeklerle yüzleşmeye davet etmiş.
Son olarak Fassbinder’in uzun soluklu yol arkadaşı Hanna Schygulla’nın 35 yaşın verdiği diri güzelliği ve oturmuş oyunculuğuyla bu filmde şahane olduğunu da söyleyeyim.