VERONIKA VOSS: Melankoli, Bellek ve İktidar kıskacında Bir Kadın Figürü

Rainer Werner Fassbinder’in 1982 yapımı Veronika Voss’un Tutkusu adlı filmi (Die Sehnsucht der Veronika Voss) yönetmenin ölümü öncesi çektiği son başyapıtlarından biri. Maria Braun’un Evliliği ve Lola ile birlikte BRD (Batı Almanya) Üçlemesi’nin son ürünü.
Fassbinder, savaş sonrası Alman halkının içinde bulunduğu ruhsal durumu, kültürel yozlaşmayı, bireyin yalnızlığını estetik bir anlayışla sinemaya taşımıştır. Bu üçleme, kadın karakterler aracılığıyla kapitalist-modern Alman devletinin bastırma mekanizmalarını, etik çöküşünü ve sembolik şiddetini açığa çıkarır. Üç film de, hem politiktir hem de psikolojik-toplumsal travmaların sinemasal kaydı olma özelliğini taşır.

(1909 –1955)
Veronika Voss’un Tutkusu 1950’ler Batı Almanya’sında, uyuşturucu bağımlısı, eski yıldız oyunculardan Veronika Voss (Rosel Zech tarafından canlandırılan)’un hikayesini anlatıyor. Gerçek bir figürden, 1940’ların yıldız oyuncularından olan Sybille Schmitz’in yaşamından esinlenilmiş. Schmitz gibi Veronika da savaş sonrasında Almanya’da kariyerine devam edemez. Yalnızlaşır, unutulur ve doktoru tarafından morfin bağımlılığı üzerinden istismar edilir. Bu kişisel trajedi, aynı zamanda Almanya’nın Nazi döneminde işlediği suçlarla hesaplaşamama ve bastırma üzerinden okunabilir. Veronika, yalnızca bireysel bir çöküşü değil kolektif hafızanın bastırılmış imgelerini de bedeninde taşır. Fassbinder, bu karakteri bir yandan geçmişin hayaleti olarak çizerken öte yandan onu döneminin değer sistemlerinin bir kurbanı ve ürünü olarak resmeder. Film boyunca Veronika’nın geçmişi ile kurduğu bağlar bir tür patolojik nostaljiye ve melankoliye dönüşür. Sonuç; benlik yitimi, narsistik bir çöküş yani bireysel düşüştür. Bu bireysel düşüş aynı zamanda Nazi geçmişiyle hesaplaşamamış toplumun da çöküşüdür.
Veronika’nın arzuları ve saplantılı tutkularına Spinoza felsefesi açıklayıcı bir çerçeve sunar. Spinoza’ya göre; tutkular, öznenin dışsal nedenlerle edilgenliğe sürüklenmesiyle oluşur. Veronika’nın arzuları onun kendi etkinliğinden değil, geçmişinden ve doktoru üzerinden kurduğu dışsal ilişkilerden beslenir. Uyuşturucu kimyasal bağımlılığın yanı sıra Spinozacı anlamda, öznenin Conatus’unun (var olma kudretinin, eyleme yeteneğinin) azalması, kendi nedenlerinin öznesi olamamasıdır. Veronika’nın düşüşü, kudret kaybı ve edilgenliğe hapsoluşun sinematik temsiline dönüşür.

Veronika’yı izlerken aklıma Ingmar Bergman’ın Persona (1966) filmi de geldi. Bu iki film arasında kuramsal ve stratejik paralellikler kurmak mümkün Her iki film de bir kadının suskunluğu, maskeleri ve benlik dağılması üzerine kuruludur. Persona’da Elizabeth Vogler’in konuşmamayı tercih etmesiyle başlayan yabancılaşma süreci, Veronika Voss’da bağımlılık ve bellek kaybı üzerinden kurulur. İki karakter de var olma kudretini yitirmiştir, ikisi de edilgendir. Edilgenlik Veronika’da bağımlılık, Vogler’de ise suskunluk şeklinde tezahür eder. Bergman’ın filminde sessizlik bir direniş ve özneleşme stratejisi iken, Fassbinder’in filminde suskunluk ve kopuş bir dağılmanın, öznenin yok oluşunun simgesidir. Bu yok oluşta tıbbi otoritenin kadın bedeni üzerindeki tahakkümünün büyük payı vardır. Kadın bedeni burada hem arzu nesnesi hem de kontrol nesnesi haline gelir. Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı bağlamında okunduğunda Veronika’nın bedeni tıbbileştirilmiş, disiplin altına alınmış ve sonunda yok edilmiştir.
Film 1955 yılında Almanya’nın ekonomik kalkınma döneminde geçer. Bu dönem yüzeyde refah görüntüsü sunsa da, Nazi dönemindeki hesaplaşmanın ertelendiği, sessizliğin egemen olduğu yıllardır. Fassbinder bu bastırılmış geçmişi, Veronica’nın zihinsel dağınıklığını halisülasyonlarıyla gösterir.
Film, gazeteci Robert Krohn’nun (Hilmar Thate) gözünden anlatılır. Robert, Veronica’nın bağımlılık sarmalına ve doktoru Marianne Katz (Annnemarie Düringer) tarafından sömürülmesine tanık olur. Ancak bu tanıklığın Veronica’ya bir yararı dokunmaz. Robert pasif gözlemci sıfatıyla bireyin sistem karşısındaki acizliğini simgeler. Robert karakteri, Godard ve Kaurismaki sinemasındaki yabancılaştırılmış figürlerle benzerlik taşır. Olaylara tanık olur ama müdahil olmaz ya da olamaz. Veronika ise bir fantezi nesnesidir, yabancılaşmış bireydir. Ataerkil düzenin etkisiyle parçalanmış, arzunun ve ölümün simgesi haline gelmiştir. Onun morfin bağımlılığı şöhretinin, güzelliğinin uçup gitmesine bağlı olarak ortaya çıkan kaybolan yıllar nedeniyledir. Eski Almanya’ya duyulan patolojik özlem duygusu da yitip giden şöhret ve güzelliği ile ilintilidir.

Fassbinder filmi siyah beyaz çekerek Veronika’nın dünyasının griliğini, çözülmüşlüğünü ve nostalji duygusunu biçimsel olarak verir. Özellikle loş sokaklar, yağmurlu caddeler ve hastane sahnelerinde oluşturulan atmosfer karakterin içsel boşluğuna işaret eder. Kamera hareketleri oldukça teatral ve kontrollüdür. Sabit planlar, uzun diyaloglar ve keskin kadrajlar aracılığıyla duyguların sıkışmasını dışa vurur. Bu tercih, Veronika’nın iç dünyasının dışa vurumundan çok bastırılmışlığın, acizliğin ve çaresizliğin ifadesidir. Judith Butler’in performatif kimlik kuramı çerçevesinde Veronika’nın yıldız kimliği, sürekli yeniden üretilmesi gereken bir maskedir. Bu maske düştüğünde geriye bir hiçlik kalır. Veronika da bu hiçliğin yerine hiçliği daha da derinleştiren uyuşturucuyu koyar.
1982 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan bu filmde Fassbinder, Bertolt Brecht’in yabancılaştırma etkisini, Douglas Sirk’in melodramı ile birleştirerek özgün bir politik sinema dili yaratır. Brecht seyirci ile sunulan oyun arasında yeni bir ilişki yaratmak istemektedir: eleştirel ve aktif bir ilişki. Seyirciyi kahramanın yazgısına bağlayan ve tüm duyumsal güçlerini tiyatronun katarsisine yatıran özdeşleşmenin klasik biçimlerinden kopmak istemişti. Seyirciyi gösteriyle mesafeli bir yere yerleştirmek istemişti, ama ne seyirciyi kaçırtacak, ne de yalnızca gösteriden zevk alacak bir duruma sokmak istemişti. Kısacası, seyirciyi tamamlanmamış oyunu tamamlayacak, ama gerçek yaşamda tamamlayacak bir aktör haline getirmek istemişti. (Althusser, s.179). Fassbinder de yorumu değerlendirmeyi, sorgulamayı seyirciye bırakır. Hatta rahatsızlık ölçüsünde duyarlılık yaratır ve seyircinin hesaplaşmalarını izleme etkinliğinin sonrasına ilerletir. Brecht’in yabancılaştırma (Verfremdungseffekt) etkisi Fassbinder’in Veronika’nın dünyasını teatral bir şekilde sunmasında belirginleşir. Oyuncuların teatral performansları, yapay ışıklandırma, sahne dekorasyonundaki abartılı estetik, melodramın ironik kullanımı bu yabancılaştırmanın araçlarıdır. Veronika karakteri bir trajedi kahramanı gibi sunulmaz.onun çöküşü dramatik değil neredeyse klinik bir soğukkanlılıkla gösterilir.
Ancak Althusser’in vurguladığı gibi seyirci oyunun nihai yargıcı değildir. O da oyunu sorgulanan bir yanlış bilinç kipinde görür ve yaşar. Seyirci, oyundaki karakterlerin onlar gibi ideolojinin mitleri içinde, yanılsamaları içinde ele alınan kardeşi değil midir? Oyun onu kendi karşısında mesafeli tutmuşsa, ona hoşgörülü davranıldığı ya da yargıç olması istenildiği için değildir. Tersine onu bu görünür mesafe içine, bu yabancılık içine almak ve dahil etmek içindir. Onu aktif ve canlı eleştiri demek olan bu mesafenin ta kendisi yapmak içindir. (Althusser, s.182).

Fassbinder sineması toplumsal çözümlemeye ve politik yapıların birey üzerindeki etkilerine odaklanır. Benimsenen Brechtyen etkiler nedeniyle izleyici özdeşleşmeye davet edilmez, bireysel iç dünyaya ve psikanalitik çözümlemeye yönelmez. İzleyiciyi gözyaşı dökmeye değil, bu sömürü düzenini tanımaya ve değiştirmeye çağırır.
Brecht’in izleyiciyi düşündürme ilkesi doğrultusunda Veronika Voss izleyicisine acımasız bir ayna tutar. Althusser’in vurguladığı gibi izleyiciyi yabancılaşmanın içine çekerek yabancılaşmanın aşılması konusunda kafa yormaya davet eder. Veronika Voss’un Tutkusufilmi hem şöhretini ve güzelliğini yitiren bir kadının çözülüşünün hem de toplumun suç ortaklığıyla gerçekleşen bir yok oluşun hikayesidir. Filmde sadece bir karakterin çaresizce çöküşü değil bir dönemin kolektif ruh halinin ahlaki çöküşü de gösterilir. Sessizlikle suç arasındaki bağlantılar, gözlemlemek, tanıklık etmek, bilgi sahibi olmak ile susmak arasındaki bağlar gibi etik sorularla izleyici rahatsız edilir, sorgulamaya, düşünmeye davet edilir.
Louis Althusser, Marx İçin çev. Işın Ergüden, 2002, İthaki yayınları, 325 sayfa