BETTY BLUE, AŞK VE YAZI
Not: Sürprizbozan içerir.
Pek çok farklı sebepten ötürü bir araya gelip ilişki yaşamak isteyebiliriz. Fiziksel çekim, ekonomik ortaklık, yaşam biçimi tercihleri, kültürel benzerlikler, konforlu bir yaşam bunlardan sadece bazıları. Ve bazen de karşımızdaki kişiye duygusal olarak açılmak isteriz. Bu açılma aslında şu demektir “Birbirimizin kabuklarını kıralım. Kıralım ki ruhlarımız kavuşabilsin.”

İçinde kabuk kırmak gibi sert bir işlem barındırdığı için ağrılı, sancılı hatta bazen kanlı olabilecek duygusal birleşme, değişme arzusuna ‘aşk’ diyoruz. Philippe Djian’ın Betty Blue isimli romanı vuslata eremeyen bir aşkı anlatıyor.
Roman birinci tekil şahıstan, Betty Blue’nun sevgilisinin gözünden anlatılıyor. Duru ve anlaşılabilir dili anlatıcı karakterin bilinç seviyesini gösteriyor: çatışmasız bir iç dünya, hâlinden memnuniyet, biraz da kanaatkârlık.
Anlatıcı sık sık gökyüzünün turunculuğundan yahut pembeliğinden, Betty ile temaslarından, yüzlere yapışan tozlardan, gerilen kaslardan bahsediyor. Duyum betimlemeleri okuyucuyu uyarır. Bu uyarımlar vesilesiyle anlatıcıyı daha kolay anlıyoruz: baş karakter duygularıyla, düşünceleriyle değil duyularıyla var olan birisi. Ve dünyaya, Betty’e karşı sevgisinin, ilgisinin yanında fiziki bir tutkusu var.
Bu tutku o kadar büyük ki, anlatıcı kendi isminden hiç bahsetmiyor. Bu da Betty’yi baş role oturtuyor.
Araya küçük bir not; anlatıcının birtakım olayları ortasından anlatmaya başlayıp sonradan vakanın sebebini dile getirmesi, Betty Blue’nun sürprizli doğasına gönderme olarak okunabileceği gibi yazarın eksikliği olarak da görülebilir.
Betty ise hayatından hiç memnun değil. Başkalarının hayatını kıskanıyor. Daha iyi bir hayat umuyor. Betty’nin çıkış planı ise sevgilisinin içinde gördüğü yazar. Betty gerçek bir aşık; anlatıcının bastırdığı, göz ardı ettiği yazarlık arzusunu temsil ediyor. Adamın kabuğunu kırmalı ve yazarı uyandırmalı. Bunu yapmasının tek yolu da anlatıcıyı duygusal olarak uyarmak. Bu yüzden de romanın sonuna değin sürekli artan şiddette taşkınlıklar yapıyor. Ve tesadüf değil, her vukuattan sonra anlatıcının az miktarda da olsa yazdığına tanık oluyoruz.
Çoğu insan kendisinden ve partnerinden ümidi kestiğinde çocuk yapar. Betty, sevgilisinin içindeki yazarı ortaya çıkaramadığını fark ettiğinde gebelik ihtimali onda bir heyecan yaratıyor. Ancak testlerin negatif çıkması sonunda Betty’yi Tommy adında küçük bir çocuğa yönlendiriyor.
Betty, romanın sonuna doğru da en yıkıcı eylemi yapıyor. Duyumdan başka bir şey bilmeyen, aşık olduğu adama zarar veremeyeceği için kendi duyu organlarından birini kötürüm bırakıyor. Anlatıcının içindeki yazar olma arzusu kaskafalı adama bir şey anlatamadığı için en sonunda kendisini yok ediyor. Bunu romanın son cümlelerinden anlıyoruz. Anlatıcı pencereye çıkan kediye yazmadığını, düşündüğünü söylüyor. Karakter dönüşümünü gerçekleştiremiyor. Başta neyse sonda da o. Kabuğu kırılmıyor.
Popüler kültürden bir örnekle devam edelim. Game of Thrones dizisinde iki farklı karakter yaklaşıp Jon Snow’a “Hiçbir şey bilmiyorsun,” der. Jon Snow da dizinin başından sonuna kadar karakter gelişimini gerçekleştirememiş, hiç değişmemiştir. Hakikaten, Jon Snow’un bilmediği şey nedir?
Bütün bu açılardan baktığımda, Betty Blue romanı acılı, kanlı bir aşk hikâyesi olmasının yanı sıra; yazıyla kavuşamamış, yazmanın kendisini değiştirmesine izin vermemiş bir yazarın iç monoloğu aynı zamanda.