KÖPEKLİ BABA

Dolmaları, yaprak sarmalarını, kaymaklı kırma pideleri ardı sıra hüplettikleri yağlı dudaklarıyla yemin billah ediyordu kadınlar. Muhteremin ebedi istirahatgahının başucuna açılmış oyuğa dilek tutarak bıraktıkları elmalardan dişlenmiş olanlarıydı kendilerininki. Elmanın dişlenmiş olması iyiye alametti çünkü, tuttuğun dilek olacak demekti. Kendini kandırabilmek için gereken dişlenmiş bir elma uğruna kavga etmek mübahtı dolayısıyla. Ammaaa, kutlu mekanın gözcüsü, etli butlu poposuna geçirdiği şalvarla ara sıra arzı endam eden hatun kişi besmeleyle girdi miydi odaya kavga bitmeliydi. O kendinden geçerek anlatırken muhterem için kuru bıraktığı terlikleri, kuru havluyu sabah ıslak bulduğunu, yine çıt çıkmamalıydı. Sabah namazı için zühur edip abdest alıyordu eren. Derin derin iç geçirip şehadet getirirdi az önce kavgaya tutuşmuş aynı yağlı dudaklar. Sonra kadınlar sırayla yaşadıkları mucizeleri, gördükleri iyi saatte olsunları, önceden temiz kalplerine malum olan ibretlik olayları anlatmaya başlardı.
Bizler, sabahın köründe, uykulu gözlerle minibüslere doldurulmuş bir düzine çocuk, güneşin alnında koşturmanın da verdiği yorgunlukla şiltelerin üzerine bir bacağımızla çömer, korkarak dinlerken büyüklerimizi, heyecandan dizlerimizdeki yaraların kabuklarını koparır, tırnaklarımızı kemirirdik. Kimsecikler endişe etmezdi bozulması muhtemel psikolojilerimiz için. Öyle ya, şerbetliydik biz. Masallarda çocukları yiyen cadılar, zinhar iffetli, acılı prensesler, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devlerle büyüyorduk. Karnımız tok, sırtımız pekti ve büyüyebilmek için bunların yettiği zamanlardı. Bi’şey olmazdı bize.
Oysa ben, okula ulaşmak için geçmek zorunda olduğum boş arazide, bulutlar üzerime düşecek zannederek cılız sırtındaki koca çantasını savura savura koşan bir çocuktum. Kandillerde televizyonda mevlüt okuyan hocaları Tanrı zannedip, yalnızlıklarına ve göğün bilmem kaçıncı katındaki o ilahi yapılardan hiç çıkamayışlarına üzülmekten henüz vazgeçmiştim. Neredeyse emindim bir gün tuvaletteyken tanımadığım büyülü bir sesin, ismimle hem de, beni sokağa çağırdığına. Yine de maruz kaldığım bu korkunç hikayelerden hiç şikayet etmez, mazoşist bir zevkle dinlerdim.
Yasinler okunur, namazlar kılınır, Alevisi, Sünnisi bir minibüs komşu ağız aynı dualara, hep beraber “Amin” derdi de bu hiç yadırganmazdı. Duayla, hurafeyle, elbette dedikoduyla, bolca yiyerek geçen günün ardından yine minibüse doluşulur, yola düşülürdü. Çocukların asla oturacak yerleri olmadığı ve analar da ziyadesiyle yoruldukları için minibüsün zeminine serilen kilimlere uzanır, hemencecik uykuya dalar ve o gün duyduğumuz korkutucu hikayelerin hayaletlerinin kovaladığı rüyalar bile görürdük.
O kadınların yaşadıklarına inandıkları mucizeler gerçek miydi, yoksa tekdüze ve zor hayatlarını şenlendiren bir nevi adrenalin, libidinal enerji kaynağı mıydı, bilmiyorum. Ama o zamanlar, uçsuz bucaksız gündöndü tarlalarının önce yeşile, sonra sarıya, sonra kahverengiye boyadığı yollar daha uzun, klimanın, vantilatörün varlığından haberdar olmadığımız yazlar daha sıcak, su saatlerini dondurup bizi susuz bırakan ve çatırıkta itfaiyenin getirdiği tankerden bir bidon su alabilmek için sıraya sokan kışlar daha soğuk, çamurdan yoğurduğumuz köftelerden, salıncakta kolan vurmaktan bıkmadığımız, çocuklarımız olduğunda onları oyunlarının ortasında eve çağırmayacağımıza dair kendimize söz vererek neredeyse gece vakti evlere girdiğimiz günler daha yavaştı. Köpekli Baba’nın dişlediği elmalardan biri de benimdi. İşte bütün bunlar için size yemin edebilirim.