FOTOĞRAFIN CAZ SAATLERİ – 2

VAPUR
Yazı: Adnan Özyalçıner / Fotoğraf: Lütfü Dağtaş
Ben Eminönü’nde Üsküdar-Hazerfen Ahmet Çelebi iskelesine bağlı bir vapurum. Üsküdar’a geçmek için yolcu bekliyorum şimdi.
Bekleme salonunun kapıları açılır açılmaz, üstüme atılırcasına yolcularla dolarım. Genci yaşlısıyla kadın, erkek, çoluk çocuk bir koşuşmadır tuttururlar rahat bir yer bulmak için.
Yola çıktığımda herkes yerli yerindedir. Baş güverteyle kıç güverte gençlerle dolup taşar. Rüzgar uçurur. Alt salondakiler daha derli topludur. Sessiz sakin otururlar. Bodrum kattaysa uykucu birkaç kişi olur. Kimi de mescit bölümünde namazını kılan bir gemici ya da yolcu.
Kaptan köşkünde kaptanımız Beybaba –adını bilen yoktur- gür kaşları, kemerli burnu, pala bıyığıyla bir heykel gibi durur dümeninin başında. Deniz mavisi gözleriyle denizi tarar. Dalgaların arasından süzülüp giderken.
İki güverte de gürültülüdür hep. Garsonlar çay, kahve, gazoz, yiyecek dolaştırırlar. Kıç güvertede bu gürültülerden uzak iki sevgili olur her zaman. Birbirlerine bakarak susan. El ele tutuşmuş. Kimi zaman denize martılara çevirirler gözlerini. Gülümseyerek.
Kenar kanepelerde oturmak en keyiflisidir. Denizle içiçesindir. Martılarla bir aşağı bir yukarı inip çıkarak rüzgarla yarışırcasına dalgaların üstünden aşarak.
Bütün Boğaz ayaklar altındadır şimdi. Bir yanda Sarayburnu sırtları. Ayasofyası, Sultanahmet’iyle. Güneşin altında göz kamaştırırcasına uzayan Haydarpaşa kıyıları, Kadıköy, Fener burnu. Daha ötelerdeyse maviliklerin gölgelediği Adalar. Öte yanda Dolmabahçe Sarayı açıkları, bir tepeden ötekine asılı duran köprü, Çamlıca tepeleri. Ağaçların yeşiliyle denizin mavisine karışarak akıp giden Boğaziçi.
Galata rıhtımıyla Sarayburnu açıklarından bir süre yol aldıktan sonra Beybaba bizi doğrudan Salacak üstüne yöneltir.
Bu sırada Kamarot Kâmil, o salondan bu salona, bu güverteden ötekine dolaşır durur. Yolcuları rahatsız eden birilerinin olup olmadığına bakar.
Kimileri salonlardan birinde biri erkek biri kız iki gencin gitar çalıp şarkı söylediklerini görür. Arada rep mep gibi şeyler söyleseler de onlara pek aldırmaz. Yasaktır ama gençlerin yolculardan üç beş kuruş toplamasına göz yumar.
Plastikten ufak tefek mutfak gereçleri satan şu gürültücü gezgin satıcılara göz açtırmaz ama. Salonlardan güvertelere kovalayıp durur. Aralarında benim pek sevdiğim biri vardır. Bir limona çevirerek batırdığı plastikten küçük bir huniden limonu kız memesi gibi okşayarak suyunu çıkarışı görülmeye değer. Kamarot Kâmil onu da kovalar elbet. O gitse de, sıktığı limonun mazot kokusunu bastıran kokusu kalır arkasında.
Salacak üstüne tam yol ilerlerken Kız Kulesi açığına yaklaştığımızda Beybaba hızımızı yarım yola düşürür. Kız Kulesi’nin önünden, süzülerek geçerken Beybaba, bıyıklarına şöyle bir dokunur. Kuleye gülümser mi, yoksa elini mi sallar ona, sevgilisini kucaklarcasına.
Benim gözüm Kız Kulesi’nin ötesinde Salacak kıyısındadır. Ters dönmüş bir bilardo masasını andıran Selimiye Kışlası’nda. Onun gölgesi altında devinen kalabalıkta. Haremi dolduran taşra otobüslerinden boşalan gurbetçi kalabalığında. İstanbul’u bırakıp giden boynu büküklerde. Gelenlerin de, gidenlerin de bir daha göremeyecekleri Boğaziçi’nde. Sabah akşam taşıdığım işçiler de yolumun üstündeki güzellikleri –artık bakmadıklarından olmalı- görmediklerini bildiğimden.
Buradan kıyı boyunca tam yol ilerleyerek Üsküdar İskelesi’ne yanaşırız. Beybaba, kıyıya yaklaştığımızda yol keser, iskelenin tam arkasındaki Mihrimah Sultan Camisi’yle paralel bir biçimde baştan yan yan yaklaşıp yarım bir tornistanla iskeleyi yalarcasına bordolar, bir iki sarsıldıktan sonra durur.
Beybaba’nın Kız Kulesi gibi Mihrimah’la da bir yakınlığı olmalıydı. Gözünü ondan ayırmazdı. Gece caminin iki minaresi arasından top gibi fırlayan bir ay doğar. Göğe yükselir. Boğaz’da yüzer.
Beybaba bunu hiç kaçırmaz. Ay’ı Üsküdar’dan alır, Eminönü’ne taşır gece boyunca. Bir ışıldak gibi yolumuzu aydınlatarak. Ayla birlikte Boğaz’da yüzerek. Bütün bir gece gider gelirdik.
Ağustos 2020