MARKSİZM VE AHLAK
Hak, hukuk, adalet! Son zamanlarda alanlarda en çok duyduğumuz bir slogan. Sahibi CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) olmasına karşın sloganı sosyalist solun bazı kesimleri de dahil pek çok akımın sahiplendiğini söyleyebilirim. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizliğin çok yoğun yaşandığı ülkemizde bu kavramların kitleselleşmesi son derece normal.
Yine bununla ilintili olarak devletsizleşme konusundaki yakınmalar da muhalif kesimde epey ses getirmektedir. Devletin asli işlevlerinden olan yurttaşların sosyo ekonomik açıdan desteklenmesi, tercih edilen ekonomik modelin etkisiyle sürekli gerilemektedir. 1980’lerde dünya genelinde ivme kazanan özelleştirme uygulamaları ve sosyal devlet kazanımlarının çok büyük ölçüde gerilemesiyle başlayan süreç son yıllarda daha da artmıştır.
Türkiye özelinde ise mevcut gerilemeye ilaveten devletin kaynaklarının dengesiz ve taraflı dağıtımı söz konusudur. Peki sosyal devletin zayıflaması ve zayıflayan kısmının da iktidar yanlısı kişi ve gruplara aktarılmasına karşı politikaların kaynağı ne olmalıdır? Yani bu ahlaki bir sorun mudur? Devletin kötü yönetilmesi midir? Gerek sermaye (ve de sermayenin bazı kesimlerine) verilen destek, gerekse de sermaye dışı kesimlere kaynak aktarmaya hangi argÜmanlarla karşı çıkılabilir?
Marksist kuram devleti işlevsel olarak tanımlar. Buna göre devlet egemen sınıfın baskı aracıdır. Marx’ın çalışma planında olmasına karşın, devlet konusunu (ve daha pek çok konuyu) eserlerinde ele alamadığı bilinir. Marx sonrası Marksistler ise bu açığı kapatmaya çalışmaktadırlar. Poulantzas, Miliband vb gibi Marksistler devlet teorİsine katkıda bulunmuşlardır. Ve konu tartışılmaya devam etmektedir. Söz konusu tartışmalarda farklı bakış açısı devletin sadece egemen sınıfların değil (belli ölçülerde) her kesimin devleti olduğu, sınıflardan görece özerk bir konumda olduğu ve yurttaşların yönetimi için (ya da sınıflar arasındaki dengeyi sağlamak için) hegemonyaya (rızaya) ihtiyacı olduğudur.
Devlet sadece silahlı güce sahip bir zor aygıtı değildir. Buradan yola çıktığımızda da bir sosyalist parti milletvekilinin dediği gibi “bizim artık bir devletimiz yok” sözü son derece yerinde ve haklı bir serzeniştir. Her ne kadar sosyalistlerin anlayışında devletin yavaş yavaş ortadan kalkması (sönümlenmesi) ana hedef olsa da, (burjuva) devletin yurttaşlarının her türlü güvenliğini sağlama zorunluluğu konusunda çağrılar ve deşifrasyonlar makbul tavırlardır. Öncelikle düzen içi de olsa kazanılan haklar küresel ölçekte işçi sınıfının mücadelelerinin sonucunda gelmiştir ve bunu koruyarak ileriye taşımak gereklidir. Yine bununla bağlantılı olarak sosyalist politika işçi sınıfının özgürlük ve kurtuluş mücadelesini belirsiz bir geleceğe bırakmamak durumundadır. Özgür gelecek için mücadele edilirken gündelik çıkarlar ve kazanımların korunması da önemlidir. Yeter ki çubuk çok fazla bükülmesin. İşçi sınıfının salt gündelik çıkarları ile hak ve koşullarının geliştirilmesiyle yetinilmesin.

Eşit hak, eşit yurttaşlık sorununa Marksist kuramda ahlak ve adalet kavramlarıyla karşı çıkılabilir mi ? Sosyalistler ahlaki taleplerle mi hak ve adalet isterler? Adalet nedir? İnsan için iyi olan nedir? İmsanların hakları var mıdır? Amaçlarımızın peşinde giderken hangi araçları kullanabiliriz? Bu sorular Steven Lukes’in Marksizm ve Ahlak kitabında bütün yönleriyle tartışılıyor.
Lukes, Marx ve Engels’in yapıtlarından yola çıkarak Marx’ın sisteminde ahlakın yer alıp almadığını araştırıyor. Konuya iki farklı açıdan bakan düşünürlerin tezlerini ortaya koyuyor ve değişik eserlerde çelişkili denilebilecek argumanlara dikkat çekiyor. Lukes, Marx’ın eserlerinde yer alan bütün paradoksal açıklamalara karşın Marx’ta bir ahlak teorisi olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Marx’a göre işçilerin haklarından bahsetmek, işçileri birleşik devrimci bir kitle olarak şekillendirmenin bir aracıdır yalnızca. Marksizme göre altyapı (temel) üstyapıyı son tahlilde belirler. Temel, üretici güçler olup ahlak da bir üstyapı kurumudur. Ve de ahlakın tarihsel ve sınıfsal bir özelliği vardır. Engels de buna işaret eder: “Toplumun evrimi şimdiye kadar sınıf uzlaşmazlıkları doğrultusunda gerçekleştiği içindir ki ahlak da her zaman bir sınıfın ahlakı olmuştur. Ahlak ya yönetici sınıfın tahakkümünü ve çıkarlarını meşrulaştırmış ya da ezilen sınıfın belli bir güce ulaşmasından itibaren onun öfkesini ve gelecekteki çıkarlarını temsil etmiştir.”
Kitapta işçiden artı değer sızdırılması meselesinin adalet ile ilişkisine de Marx’ın değişik eserlerinden alıntılar aktarılarak yaklaşılmıştır. Bir kısım, Marx’ın tanımladığı sömürü mekanizmasında, Marx’a dayanarak adaletsizlik olmadığını savunurken diğer kısmı da Marx’ın sömürüyü adalet açısından ele aldığını öne sürer. İlk görüşü savunanlardan Wood’a göre “kapitalist sömürü işçiyi yabancılaştırır, insanlıktan çıkarır, değerini alçaltır ama onların herhangi bir hakkını ihlal etmez ve bunda yanlış ya da adaletsiz olan hiçbir yan yoktur,” savlarını geliştirirler. Diğer görüşü savunan düşünürler de yine Marx’tan aktarmalarla savlarını desteklemeye çalışırlar.
Burada aklıma, David Harvey’in Pareto’ya atıfla sarf ettiği “Marx’ın kavramları yarasa gibidir. O bazen bir kuş bazen bir fare gibi görünebilir” sözü geliyor. Harvey ayrıca Marx’ın aynı kavramı farklı bağlamlarda farklı kullandığına dikkat çekerek ve paradoksal anlatımın gayet doğal olduğunu öne sürer.
Lukes, haklar konusunda da bir Marksist insan haklarına inanabilir mi? sorusunu ortaya atar ve Marx’ın özgür basın hakkı, oy verme hakkı, iyi fabrika koşullarında çalışma hakkı gibi bazı özel hakları savunmasına karşın Marksizmin düşünce çizgisi olarak haklara karşı soğuk bir tavır aldığını öne sürer. Lukes’a göre Marx’ın insan haklarının anlamı hakkındaki görüşü dar ve yetersizdir. Bu görüşe göre, insan hakları yalnızca bireyciliğin ve burjuva yaşamının belirtileri olarak değerlendirilmiştir.
Lukes’un ilk sorusu Marksizmle ahlak ilişkisinin teorik analizine ilişkindir. İkincisi pratik Marksizm, yani Marksizmin ahlaki sicili, üçüncüsü ise teorik Marksizm ile pratik Marksizm arasındaki ilişkiye dairdir. Lukes amacının Marx ve Engels’in kurup haleflerinin geliştirdikleri teorinin, Marksizmin pratikte yol açacağı ahlaki tahribatları herhangi bir açıdan açıklayıp açıklayamayacağı konusunda sorular ortaya atmak olarak açıklamıştır.
Ancak Lukes sorular ortaya atmakla yetinmez. Kitabın ana argumanının Marksizmin en başından itibaren ahlaki sorunlara karşı ahlaki bir direniş göstermemesi olduğunu söyler. Ayrıca ona göre Marksizm özel olarak da özgürlük konusundaki zengin görüşlerine karşın adalet, hak, amaç-araç sorununa yeterli bir açıklama getirememiştir. Lukes eylemin amaçları-araçları hakkında, daha genel olarak da ahlak hakkındaki Marksist görüşlerin geleceğe bakan ve mükemmelliyetçi bir içerik taşıyan bir sonuçculuk biçimine vurgu yapar. Yani eylemleri yalnızca sonuçlarına göre değerlendiren ve faillerden mümkün olan en iyi sonucu bekleyen bir teoriyi kastettiğini ifade eder.
Lukes, yukarıda bahsettiğim çubuğu ters bükme meselesini sınıra vardırarak şunu söylüyor: “Marksist sonuçculuğun geleceğin insanlarının gelecekteki kazanımlarına odaklanan uzak bakışı niteliği onu şimdiki ve çok yakın gelecekteki insanların çıkarlarına saygı duymayı gerektiren ahlaki koşul karşısında faydacılıktan bile daha az duyarlı hale getirmektedir.” Lukes bu sözleriyle, dünyanın dört bir yanında hem emek gücünün meta olma niteliğini minimize etmek için savaşan, hem de her türlü baskı, aşağılanma, dışlanmalara maruz kalan mağdurların hakkı için mücadele eden sosyalist harekete haksız bir eleştiri getiriyor.
Kitabın son bölümünde Lukes başta Sovyetler Birliği olmak üzere diğer sosyalist ülkelerdeki aksaklıklara değinir ve birtakım örnekler sunarak oralardaki durumu “ahlaki tahribat” olarak nitelendirir. Üstelik buralardaki pratiklerin de Marksist öğretiye dayandığını iddia ederek. Lukes’un konudaki görüşlerini bir hayli taraflı ve haksız bulduğumu söyleyerek bitireyim yazıyı.
Steven Lukes, Marksizm ve Ahlak, Çeviren:Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 1998, 206 sayfa.