YENGEÇ DÖNENCESİ ÜZERİNE NOTLAR

Yengeç Dönencesi, Henry Miller’dan okuduğum ilk roman oldu.
Bundan önce Henry Miller’ın Yazmak Üzerine adlı kitabını okumuşluğum vardı. Hayran olduğum o kitapta bir yazarın ve ondan daha öncesinde bir bireyin; gerçeği, olan biteni, yaşanılanı bu kadar duru, basit, damıtılmış bir şekilde ele alması beni çok etkiledi. Bir insan ya da bir yazar, olan biteni yahut bir hikâyeyi sonsuz farklı şekilde dile getirebilir, yazabilir. Ancak Miller’ın alabildiğine sadelikle sanki ince uçlu bir kalemle kontur atıyormuş gibi tasvir edişleri sıra dışı.

Buna gerçekçilik veya natüralizm diyemiyorum çünkü Miller, hareketi ve maddeyi alabildiğine sade ancak entropi hâlinde tasvir ederken içindeki gizemli metafiziği, edebiyatın ve hayatın büyüleyici yanını da belli etmeden faş ediyor. O hakikatini kavramış, kendi özgün dilini ortaya çıkarmış birisi.

Yengeç Dönencesi, bolca beden sıvısıyla, organlarla, cinsellik ve üremeye bulanmış durumda, ilahiliğini kaybetmiş, profan bir dünyada, Paris’te geçiyor. Aynı dönemde Miller iki Dünya Savaşı arasında Büyük Buhran’ın da vurduğu dünyada maddi sıkıntılarla boğuşurken, avangart sanatçılarla bir araya geliyor. June ve Anais gibi farklı partnerlerle yaşadığı fırtınalı ilişkilerinde ve cinselliğinde ise bir tür kurtuluş, başkaldırı arıyor. O hâlde aklıma şu soru geliyor: Miller kutsal olanı kaybeden miydi, yoksa dönemin ruhunu olduğu gibi yaşayan mıydı?
Soruyu cevaplamadan önce romandaki parçalı tasvirlere, fragman şeklinde anlatılan olaylara, birbirinden bağımsız cümlelere, benzetmelere değinmek lazım: Cebindeki son kuruşları alkole harcaması, genelev ziyaretleri, hayat kadınlarıyla sohbetleri, tanrı hakkındaki tartışmalar, varoluşsal krizler, edebiyatın ne olduğuna dair düşünceler… Bunlar sanki bir tablonun üzerine farklı fırçalarla, yani farklı büyüklüklerde, farklı renklerde vurulmuş darbeler. Ve bunlar bana Dadaizmden çok soyut dışavurumcu resim sanatını anımsatıyor. Ayrıca roman başında neyse sonunda da o: akıcı, parçalanmış, imgelem ve duyumlarla dolu.
(Romanı okuduktan sonra bir arkadaşımın Henry Miller’ın ressam olduğunu söylemesiyle de bütün taşlar yerli yerine oturdu. Ressam bir yazarı okuyormuşum meğer. Bana bütün hissettirdikleri gerçekmiş. Yukarıdaki görsel de Miller’ın bir tablosu.)
Yengeç Dönencesi frensiz coşkuların, cinselliğin, göz korkutan zührevi hastalıkların, açlığın ve susuzluğun, bedensel olanın, takılı kalmamanın romanı. Diyonizyak bir yeraltı metni.
Miller duygularını ve yaşadıklarını olumlu, olumsuz diye sınıflandırma gafletine düşmeden; kuralsız, ket vurulamaz, filtresiz, her şeyi olduğu gibi kabul eden bir metin çıkarmış ortaya. Bir insan, hayatı ancak yanarcasına, patlarcasına sevdiğinde böyle bir romanı yazabilir. Hayatın bütün veçhelerini kabul ederek.
İki dünya savaşı arasında artık yekvücut kabul edilen kültür çökmüş, parçalara ayrılmış, atomize olmuş. Henry Miller da bize bu merkezinden kopmuş, bütünlüğünü kaybetmiş paramparça dünyanın atomlarını soyut ekspresyonist bir ressamın tuvale fırlattığı damlalar gibi anlatıyor.