ALFRED HITCHCOCK – 30’LU YILLAR
MURDER, 1930
1962’de CBE ödülünü (Commander of the Order of the British Empire) almayı reddeden, oysa 1979’da yaşam boyu Muzaffer Aslan ödülü aldığında dostlarına “Ulan bunu verdiklerine göre, sevdiklerime kavuşmam yakın” diye espiri yapan ve önsezisi hamdu senalar olsun birkaç ay içinde gerçekleşen, Entertainment Weekly dergisince hazırlanmış olan tüm zamanların en kıral 100 filmi çizelgesine Psycho (1960), Vertigo (1958), North by Northwest(1959) ve Notorious(1946) gibi dört filmini sokan, tüm yaşamı boyunca aynen Bodrum’un üzerinde güneş batmayan namlı paşası Zeki Müren gibi fazla kilolarından şikayet eden, Shadow of a Doubt‘un en iyi filmi olduğunu söyleyen ve West Ham‘ın sıkı bir taraftarı olup, takımının maçlarını ABD’den bile takip edebilmek amacıyla futbol dergilerine abone olan Alf amcadan bir cılız ve döküntü çalışma daha elhamdülillah!

Alf dayı Clemence Dane ve Helen Simpson‘un bir oyunundan uyarlamış Murder‘i. Senaryoyu eşi Alma Reville ile birlikte yazmış.
Öykünün iki kahramanından Diana bir aktris. bir arkadaşının cesedinin yanında bulununca katil zanlısı olarak yargılanıyor ve suçlu bulunuyor.
Jüri üyelerinden John Menier verilen karara kuşkuyla bakıp başlıyor araştırmaya. Onun şüpheleri kadının akrobat olan sevgilisi üstünde yoğunlaşmış durumda. Falan filan.
Murder eskimiş anlatımı, temposuzluğu, 104 dakikalık gereksiz uzunluğuyla meymenetsiz bir film! Alf abinin ABD deneyimi öncesi bir başka ıskası!
RICH AND STRANGE, 1931

Sapık (1960) filminden cebine o günlerde 15 milyon dolar (günümüźün parasıyla 500 milyondan fazla ediyor) geçen, 1968 senesinde Finlandiya’yı ziyaret ettiğinde meraklı turşucuların, “Alf abi yaw sizin filmler neden bu kadar çok seviliyor” sorusuna, “Ulan herkes korkutulmayı çok seviyor ya şaşkolozlar” şeklinde kibarca cevap veren ve büyük sırrını açığa vuran, sinema seyircilerinin arasına girerek yaptığı soruşturmada onları en çok korkutan sahnelerin polis düdüğüyle salınan devriye arabaları, caddede çarpışan motorlu araçların gürültüleri, dıgıtık dıgıtık koşturan atların nal sesleri, havlayan köpekler, bıçaklanan bir kadının feryatları ve topal bir herifin karanlıktaki aksak adımlamaları olduğunu öğrenen, beş kez Oskar’a aday gösterilmesine, Cannes’da üç kez Altın Palmiye alma umuduna kapılmasına karşın avuçlarını yalayan Alf ustamızdan berbat bir film daha bizdeki adıyla Zengin ve Tuhaf.
Rich and Strange, Dale Collins‘in bir romanından uyarlanmış. Senaryo yönetmene ait. Hikayenin kahramanları Fred ve Emily Hill Londra’da tatsız tuzsuz bir hayat süren evli bir çift. Bir gün zengin bir akrabadan miras kalıyor onlara. Böylece karıkoca bir gemi seyahatine çıkıp dünyayı görmek, saltanat sürmenin keyfini çıkarmak istiyor ama kolayca tahmin edilebileceği gibi Latin atalarımızın “Laetus exitus tristem redditum parit” özdeyişi doğrultusunda bir son bekliyor Hill’leri.
Hitchcock bu kez germeyi değil, kara komediyi hedeflemiş ama genlerinde Swift benzeri parıltılar taşımadığı için Rich and Strange daha çok diş gıcırtılari eşliğinde, tespih çekerek, ay çekirdeği çitleyerek, ya da eşlerden gizli, metreslere mesaj çekerek sona ulaşılacak kötünün en dibi bir film.
Rich and Strange‘in IMDB notu bile ancak 5.9.
MARY, 1931

İngiliz Empire dergisinin tüm zamanların en iyi ikinci yönetmeni seçtiği, uzun yıllar süren yükseköğrenimini mekanik, elektrik, akustik, denizcilik ve sanat tarihi üstüne yapan, The Lodger‘dan önce çekmiş olduğu iki filmi filmografisine katmayan, 1980 senesinde öldüğü için ikinci Sapık (1983) katliamını izlememe talihini yaşayan, Brian de Palma adındaki sinema katilinin Vertigo‘yu (1958) 1976 senesinde Obsession adıyla yeniden çekmesi üstüne sinir krizleri geçiren, sinemaseverlerin filmlerine gösterdiği teveccühe karşın halkın arasındaki asıl ününü 1955’te yayınlanmaya başlayan Alfred Hitchcock Presents başlıklı televizyon izlencelerine borçlu olan Alf ustadan gelen bir başka tatsız ve tuzsuz çalışma bu Mary hamdu senalar olsun!
Mary yönetmenin Murder filmi aslında. Yani 1930 senesinde usta iç içe iki kez çekmiş Murder’i, aynı sette ayrı oyuncularla. Amaç altyazı okumasını sevmeyen, İngiliz oyuncuları Almanca seslendirmeyle görmek istemeyen milliyetçi Alman sinemaseverlere kendi dillerinde bir yapıt izletmek.
Konuyu biliyoruz; bir ceset bulunuyor, yanında yakalanan kadın cinayet şüphelisi olarak yargılanıyor ve suçlu bulunuyor. Ama jürinin bir üyesi ikna olmayıp olayı derinlemesine araştırıyor. Kadının akrobat olan erkek arkadaşının cinayeti işlediğini kanıtlıyor.
Mary Almancanın da kulaklarımıza yaptığı tecavüzle Murder‘dan da daha çekilmez, zamanın eskitip atalarımizın devasa sandıklarına, naftalinleyip attığı bir başka feci gerilim!
Son yazısını görenlere armağan olarak Kozanlı Tugi Baba’nın askerde inatla ve sabırla 6 ay üst üste giydiği delik deşik çorapları koklatıyoruz!
THE SKIN GAME, 1931

Steven Spielberg, Brian de Palma, Sam Raimi, Martin Scorsese, George A. Romero, Peter Bogdanovich, Dario Argento ve Quentin Tarantino isimli münasebetsizlerin ağız birliği etmişçesine “en kral yönetmen” ilan ettikleri, çeşitli fobileri (fare ya da örümcek filan) olan zavallı ekip arkadaşları için özel kutular yaptırıp, bunları adreslerine göndermekten sapıkça bir zevk alan, film çekmediği günlerde asla sosyalleşmeyen ve tüm zamanını evinde karısı Alma Reville ve kızı Patricia ile geçiren, senaristleri ile çok yakın ilişkiler kurup, kurduğu sahneleri en küçük ayrıntılarıyla onlara uzuuuuuun uzuuuuuun anlatan, Laurence Olivier, Judith Anderson, Janet Leigh, Ethel Barrymore gibi güçlü oyuncuları yetkince yönetip onları Oskar’a aday seçtiren ve tüm zamanlarin en iyi yönetmeni olarak Luis Bunuel’i işaret eden Alf amcadan bir başka ıska da bizdeki adıyla Düzenbaz olan bu The Skin Game.
Hikayenin kahramanları zengin bir aile, adları Hillcrest. Bunlar bir spekülator ile papaz oluyor; film bu kavga etrafında şekilleniyor. Hornblower bu varsıl ailenin topraklarına topladığı yoksul çiftçileri gönderiyor. Amacı ailenin arazisi üstüne fabrikalar inşa ettirmek. Ama Chloe Hornblower’in geçmişte bir seks işçisi olduğunu öğrenen Hillcrest’ler spekülatöre şantaj yapıyor ve inşaatı durdurmak için harekete geçiyorlar. Falan filan: bir yığın zırva.
Senaryo John Galsworthy‘nin bir filminden esinlenmiş ve Alf amca ile Alma Reville tarafından yazılmış. The Skin Game gevşek temposu, inandırıcı olmaktan bir ışık yılı uzak hikayesi ve üzerine yılların biriktirdiği bir ton ölü toprağıyla ciddi kötü bir film. IMDB notu bile 5.9.
NUMBER SEVENTEEN, 1932

Kıllı ve kılsız atalarımızın nedense meftun oldukları balon film Rüzgar Gibi Geçti (1939) için yaptığı kurgu değişiklikleri nedense kullanılmayan, 1956 senesinde Amerikan vatandaşlığına geçen, Walt Disney ile altmışlı yılların ilk yarısında Disneyland’de filme alınmak istese de patronun “O Sapık denen ucubik filmi çeken herif ile asla görüntülenmem” diye kendisini reddettigi, polis korkusu dışında nedense yumurta fobisi de taşıyan, “Gebermeden önce görmeniz gereken 1001 filim” adlı salak kitabın beşinci baskısına tam 18 film birden sokmayı başaran, kendisini şöhrete ve paraya boğan kofti televizyon dizisi Alfred Hitchcock Presents‘ta yapımcı Joan Harrison ile her sorun yaşadığında ofisindeki koltuğunun arkasına saklanarak kendini emniyete almayı başaran başımızın tatlı belası Alf amcadan adeti üzere yine hedefi metrelerce ıskalayan sıska bir atış On Yedi Numara.
17 Numara J. Jefferson Farjeon‘un tapon bir oyunundan uyarlanmış beyazperdeye. Senaryo yönetmen, eşi Alma Reville ve Rodney Ackland’a ait. Dedektif Gilbert hikayenin kahramanı. Çalınan bir gerdanlık nedeniyle bir hırsız çetesinin peşine düşüyor. Çete Londra’da konuşlanmış ama polis izlerini bulunca başlıyorlar topukları kıçlarına vura vura kaçmaya! Gilbert’in finalde galip çıkacağını kestirmek güç olmasa gerek!
17 Numara hantal ve eskimiş bir çalışma. Gerilim etiketi altında istif edilmesi ise taşıdığı pörsüklük ve pörtleklik nedeniyle sanki Alf amcanın hiç niyetlenmediği bir kara gülmece tadı veriyor filme.
17 Numara walla dökülüyor: IMDB notu bile 5.8!!
THE MAN WHO KNEW TOO MUCH, 1934

Müthiş bir polis korkusu yaşadığı için filmlerinde ölen polis tiplerine yer verdiğinde, güvenlik görevlilerine hep kabir azabı çektirmeyi alışkanlık haline getiren, ellili yılların başında David Duncan‘ın romanı The Bramble Bush‘u Warner Brothers’a çekmek istediğinde tasarının büyük bir maliyeti olacağı için bunun yerine Dial M for Murder‘i (1954) filme alan, MGM yapımcılığında Hammond Innes’in romanı The Wreck of the Marydeare’i Gary Cooper ile çekmekten, hikayenin çok sıkıcı bir mahkeme filmine dönüşeceği endişesiyle vazgeçen gerilim ustası Hitchcock’dan zamanın soldurduğu, bayağı kararttığı, hatta çekilmez kıldığı kofti bir çalışma Herşeyi Bilen Adam.
Alf Charles Bennett ve D.B. Wyndham-Lewis‘in bir romanından yola çıkarak yapmış filmi. Hikayenin kahramanları Lawrence ve karısı Jill. Çifti öykünün başında İsviçre’ye tatile gelmiş görüyoruz. Sonra ölüm döşeğindeki dostları Bernard çifti yanına çağırıyor. Britanya konsolosluğundaki odasında sakladığı bazı belgeleri bulup getirmelerini istiyor. Jill ve Lawrence bunları alıyorlar almasına da, tam bu sırada kızları Betty kaçırılıyor.
Belgeler yabancı bir yüksek görevlinin öldürülmesiyle ilgili ve Bernard yabancılar bürosunda çalışan bir casus asĺında. Çift çocuklarını bulmak için Londra’ya gidiyor. Lawrence cinayetin Albert Hall’deki bir konserde işleneceğini öğreniyor; Jill’e de cinayeti durdurma görevi düşüyor!
Alf amcanın ABD’de ilk kez ödüllendirildiği çalışma Herşeyi Bilen Adam. 1935 eleştirmenler ödüllerinde en iyi yabancı film ödülünü kapmış çünkü.
The Man Who Knew Too Much‘un IMDB notu ise 6.9 ama ne yazık ki film herşeyi eskitip çöpe atmakta nice mahir kahpe zaman ananın zulmüne karşı koyamamış!
WALTZES FROM VIENNA, 1934

Amerikan Film Enstitüsü’nün “Kalbimizi En Süratli Çarptıran 100 Film” çizelgesine tam 9 filmini sokan (Sapık, Gizli Teşkilat, Kuşlar, Arka Pencere, Ölüm Korkusu, Trendeki Yabancı, Aşktan da Üstün, Cinayet Var, Rebeka), çoğu filmine nedense tek kelimelik başlıklar seçen, Hitchcock (2012) isimli filmde Anthony Hopkins tarafından canlandırılan, 1942 senesinden ölümüne kadar 10957 Bellagio Road, Bel Air, California’daki evinde yaşayan Alf ustadan berbatlığını kelimelerin anlatmakta yetersiz kaldığı, en kötü Hitchcock filmi soruşturmasında mahallemizin garibanlarının oy birliğiyle adını hönkürdüğü bir çöp film Viyana’dan Valsler.
Hitchcock filmi Heinz Reichert ve Ernst Marischka’nın The Great London Alhambra Success By başlıklı kitabından uyarlamış. Senaryo Guy Bolton ve Alma Reville’in. Film Viyana’nın ünü kutuplara kadar ulaşmış da olsa, mahallemizde dehşete yakın duygular uyandıran bestecisi Johan Strauss hakkında ve bir müzikal! Hitchcock ve müzikal sözcükleri beklenmedik bir eşleşme ve yönetmen François Truffaut ile 1964 senesinde yaptığı nehir söyleşide “Viyana’dan Valsler benim sinema yaşantımın dibe vurduğu bir utanç anıdır” demişti! Diline sağlık Alf emmi! Ağzını öpeyim!
THE 39 STEPS, 1935

Hollywood’a hicret etmeden önce bir İngiliz dergisiyle yaptığı söyleşide en büyük arzusunun Titanik‘in hüzünlü batışını öykülediği bir film çekmek olduğunu söyleyen ama bunu gerçekleştiremeyip yerine Rebeka‘yı (1940) çeken, Sapık (1960) sonrası senaristi Ernest Lehman ile yeniden bir araya gelip bu kez kör bir piyanistin bir ölüden nakledilen gözlerle yeniden görme yetisine kavuşmasını filme almak isteyen ama kendisinden nefret eden Walt Disney’in araya karışıp tasarıya çomak sokmasıyla bunu da gerçeklestiremeyen gerilimlerin namlı ustası şişman Alf’dan gelen oldukça zayıf, hatta kemikleri parmakla sayılan bir çalısma 39 Basamak. Görmeyen bir, gören bin pişman!!
39 Basamak Alf ustanın sonraki filmlerinde de sık sık rastlayacağımız bir izlekle dikkat çekiyor aslında. Yani hikayede kendi halinde, masum biri var ama adam tuhaf koşulların oluşmasıyla polisin pençesine düşüyor, tutuklanıyor.
Bu arada filmde cinselliğin pörsümesiyle karaya oturan evliliklerin de işlendigini görüyoruz. Üç ayrı çiftte sergiliyor bunu Alf usta.
Hikaye Londra’dan İskoçya’ya uzanıyor ve kahramanı dört gün içinde masumluğunu kanıtlamak için verdiği mücadelede izliyoruz. Yani Hannay bir istihbarat görevlisine yardım ederken, adam öldürülüyor. Cinayet Hannay’ın üstüne kalıyor. Bir yığın casus da elindeki bilgileri eline geçirmeye çalışıyor. Falan filan
Usta filmi John Buchan‘in aynı adlı romanından uyarlamış. 39 Basamak’in IMDB notu 7.8 ama anlatımıyla, ritimsizliğiyle, kusturucu öyküsüyle naftalin kokusu yayan bir çöpe dönüşmüş seneler sonra elhamdülillah!
SECRET AGENT, 1936

Esrar Perdesi (1966) ve Topaz (1966) adlı filmlerinden sonra Ronald Kirkbride‘in, ikili oynayan bir ajanın İngiltere’de hapisten kaçıp Moskova’ya karısı ve çocuklarının yanına gitme serüvenini öyküleyen The Short Night adlı gerilim romanını beyazperdeye aktarmak isteyen ve böylece ilk gerçekçi James Bond filmini gerçekleştirmeyi hayal eden ve başrollerde Clint Eastwood, Liv Ullman ve Catherine Deneuve gibi oyuncularla da nerdeyse anlaşan ama senaristleriyle sorunlar yaşadığı için ömrü bu tasarıyı hayata geçirmek için yetmeyen İngilizlerin Amerika’ya ihraç ettiği Alf ustadan yine herşeyi tahrip edip yok etmekte ezelden beri devasa bir istikrar gösteren zaman ögesinin devreye girişiyle değerinin tamamını yitirmiş bir başka çöp film Gızli Ajan.
Alf usta Gizli Ajan‘ı Campbell Dixon‘un bir oyunundan ve W. Somerset Maugham‘ın bir romanından harman yapıp uyarlamış. Senaryo Charles Bennett‘in kaleminden çıkma. Olaylar Birinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Kahraman bir yazar, adı Edgar Brodie. Ama bildigimiz yazarlardan değil o, aynı zamanda gizli servis görevlisi. Herif İsviçre’ye gönderiliyor teşkilat tarafından. Bir Alman casusunu öldürme görevini üstlenmiş durumda. İsviçre’de tanıştığı sahte bir general (Parsadangillerin atası olmalı) ve Elsa isimli bir karıyla işbirliğine giriyor meseleyi çözmek için. Falan filan: bir yığın zırva.
Ezelden beri zincire vurulmuş gariban seyircilerin artık adını bile duyduğunda midesi bulanan bir başka meymenetsiz, manasız, deve hamuru lezzetinde bir casusluk öyküsü daha!
SABOTAGE, 1936

Ellili yılların sonunda Henry Cecil‘in romanı No Bail for the Judge‘i beyazperdeye aktarmak isteyen, bunun için Audrey Hepburn ve Laurence Harvey ile önanlaşma yapan ama Samuel A. Taylor‘un yazdığı senaryoda sağlam bir tecavüz sahnesi olduğu için o günlerde hamile olan Hepburn’un oynamayı reddettiginden bu tasarısı düşen gerilim filmleri ustası çocukluğumuzdan bu yana, hatta ana rahmine düşmemizin çok öncesinde bize Atilla Dorsay, Burçak Evren ve Sevin Okyay benzeri eleştirmenlerce gerilimin kıralı olarak vaaz edilen Alf ustadan modasi geçmiş, temposuz, deve hamuru lezzetinde bir çalışma Sabotage. Oysa Hitchcock filmi başarılı bir romandan, Joseph Conrad‘ın Secret Agent adlı eserinden uyarlamış, senaryo ise Charles Bennett’e ait.
Verloc kahramanı hikayenin. Londra dışında eylem yapan yadırgı sabotajcılardan biri o. Eylemlerini gizlemek için de gündelik hayatında bir sinema işletiyor görüntüde. Verloc evli, bir de biladeri var. Ama ikisi de herifin ne haltlar çevirdiğinin ayırdında değiller. Ama İngilizlerin külyutmaz Scotland Yard’ı herifi gözlemekte. Sinemanın yanındaki dükkana dedektif yerleştirmisler Verloc’u faka bastırmak için!
Sabotage bitmiş tükenmiş mefta olmuş bir film ama Steven Schneider adındaki hödüğün “Gebermeden önce şu 1001 filmi görün ulan” başlıklı paçavrasında yine de kendine bir yer bulmuş!
YOUNG AND INNOCENT, 1937

1945 senesinde Nazi suçları ve Nazi toplama kampları üstüne yapılacak bir belgeselin yönetmeni olarak belirlenen ama soğuk savaş belası nedeniyle gerçekleşen gelişmeler sonucu filmi tamamlayamayan ama belgeselin çekildiği kadarı seksenli yıllarda hem televizyon, hem de özel gösterilerde seyirciyle buluşan, kırklı ve ellili yıllarda mahallemizin kedicisi Cadı Cahide’nin delicesine aşık olduğu Cary Grant ile 4 film çeken (Suspicion, Aşktan da Üstün, Kelepçeli Aşık, Gizli Teşkilat), yine kırklı ve ellili yıllarda Cadı Cahide’nin nedense delicesine aşık olmadığı James Stewart ile yine 4 film çalışan (Ölüm Kararı, Arka Pencere, Tehlikeli Adam, Ölüm Korkusu) İngiliz asıllı Amerikalı gerilim ustası Alf’dan yine yan hakemin bayrak kaldırması sonucu ofsayt gerekçesiyle iptal edilen bir başarısızlık, kifayetsizlik, hatta bir cibiliyetsizlik örneği Genç ve Masum.
Usta bu kez Joseph Inetay‘in aynı adlı romanına başvurmuş. Senaryo Charles Bennett, Edwin Greenwood, Anthony Armstrong‘un kaleminden çıkma. Hikaye bir aktrisin öldürülmesiyle başlıyor. Katil kadını genç sevgililerinden kıskanan alçak koca (Ayrıl ulan, boynuzlanmak hoşuna gitmiyorsa hıyarlof!). Cansız bedeni sahilde bulan ise oyuncunun fanfirilerinden yazar Bob. Polise haber veriyor Bob, ancak iki salak karının tanıklığıyla suç yazara yükleniyor (haydaaaaaa)! Mahkemeye çıkarıldığında Bob kaçmayı başarıyor ve bu kez suçsuzluğunu kanıtlamak için başlıyor uğraşmaya!
Genç ve Masum hikayesinin abukluğu ve düşük ritmi ve sonunun ilk karelerden tahmin edilebilirligi ile ustanın hiç de yeteneklerini sergilemediği bir çöp gerilim (daha)!
THE LADY VANISHES, 1938

Leo G. Carroll ile 6 (Rebeka, Suspicion, Öldüren Hatıralar, Celse Açılıyor, Trendeki Yabancı, Gizli Teşkilat), Clare Greet ile 7 (Number 13, The Ring, The Manxman, Murder, The Man Who Knew Too Much, Sabotage, Jamaica Inn), Leonard Carey ile 4 (Rebeka, Suspicion, Celse Açılıyor ve Trendeki Yabancı) film çeviren, çekmiş olduğu 56 sinema filminin tam 18 tanesinde anlık da olsa görünmeyi alışkanlık edinmiş Alf ustadan taca giden bir penalti atışı kadar abuk bir film The Lady Vanishes.
Alf ustamız filmi Ethel Lina White‘in The Wheel Spins adlı hikayesinden uyarlamış; senaryo Sidney Gilliat ve Frank Launder‘in kalemlerinden çıkma. Hikaye daģlık bir Avrupa kentinde başlıyor. Bir trenin yolcuları düşen çığ nedeniyle yollar kapandığı için 24 saat yakınlardaki bir otelde mahsur kalıyor. Karlar temizlenip de tren hareket ettiğinde görülüyor ki yolculardan bir karı kayıp! Adı Froy kadının ve orta yaşlı bir mürebbiye kendisi. Iris adlı yolcu Froy ile aynı kompartımanda yolculuk ettiklerini, hatta yemekli vagonda birlikte çay içtiklerini söylüyor ilgililere. Ama kimse Iris’e inanmıyor, kafadan kontak olduğunu düşünüyorlar tam tersine! Falan filan.
Fransızların balon yönetmeni Truffaut Bir Kadın Kayboldu’nun en çok sevdiği Alf filmi olduğunu söylemiş! Oysa The Lady Vanishes‘in benim için tek olumlu yanı başlangıç ve final dışında hiç müzik kullanılmamış olmasıýdı!
JAMAICA INN, 1939

Ira Levin‘in Rosemary’s Baby abukluğu kendisine gösterildiğinde, hiç beğenmeyip, “Bundan bir cacık olmaz” diyen ve yapımcı William Castle‘ın tasarıyı Polonya’nın yüz karası Roman Polanski’ye götürmesine ön ayak olan, İngilizlerin onurlu Royal College of Art üniversitesince onur belgesiyle onurlandırılan, dalkız eleştirmenler tarafından tukaka edilip yerin dibine sokulan dört filmiyle, yani Rebeka, Foreign Correspondent, Suspicion ve Öldüren Hatıralar ile Oskar’a aday gösterilip nedense sadece nasihat alan, The White Shadow (1924) başlıklı kayıp sessiz dönem filmi 2011 senesinde Yeni Zelanda film arşivinde ele geçirilen Alf ustamızdan düzgün bir iş Jamaika Hanı.
Alf usta filmi İngilizlerin ünlü romancısı Daphne du Maurier‘nin (13 Mayıs 1907- 19 Nisan 1989) aynı adlı romanından uyarlamış beyazperdeye ama yazarın adı nedense jenerikte gözükmüyor!
Olaylar 19.yüzyıl başında Cornwall kentinde geçiyor. Anasız babasız Mary, teyzesi Patience ile Joss amcasının yanına gönderiliyor. Çift Jamaika Hanı adında itin uğursuzun eksik olmadığı bir otel bozuntusu yer işletiyor. Yöre deniz kazalarının bolca görüldüğü, kayalıklara bindiren gemilerin yağmalandığı, mürettebatının katledildiği tekinsiz bir bölge. Bu haydutların şefi ise şatosunda kırallar gibi yaşayan, sör ünvanlı Humphrey! Joss amca da herifin maşalarından biri.
Alf belli ki filmi stüdyoda çekilen gemi kazaları ve çete reisi soysuz soylunun finaldeki intiharına yüklenerek, bu gösterişli sahnelerden destek alarak çekmiş! Maureen O’Hara‘nin (17 Ağustos 1920- 24 Ekim 2015) güzelliği ve temiz oyunu da kendisine yardımcı olmuş. Ama Charles Laughton‘un Alman dışavurumcularından da abartılı oyunu beni gülmekle ağlamak arasında tereddüte düşürdü.