Derviş’e
Doğumu umut, mutluluk ve heyecanla beklendiği halde, doğduğu günden itibaren yaşama tutunma şansının olup olmadığından her gün endişe duyulan, hayatta kalması için dualar edilen bir çocuktu.
Önceki üç yavrularını yaşamlarının ilk iki, üç yılı içerisinde kaybetmiş bir ailenin dördüncü erkek çocuğu olarak doğmuştu. Bu nedenledir ki doğar doğmaz Konya’nın Ereğli ilçesinden Konya’daki Mevlana Dergahına götürülmüş, ismi dergahtaki Dervişler tarafından koyulmuş, kulağına ismi Erenler tarafından okunmuş, yaşaması için Allah’a dualar edilmişti. Yedi yaşına kadar her yıl adına kurbanlar kesilmiş, yedi yıl boyunca kazağı, gömleği, pantolonu, ceketi, çorabı, ayakkabısı iç çamaşırları dahil kendisine hiçbir yeni giysi alınmamış, hep başka yaşıtlarının eskileri giydirilmişti.
‘’Hoşgeldiniz,’’ dedi dükkan sahibi. Birden antikacı dükkanında olduğunu anımsadı, anılarından hızla sıyrıldı.
‘’Hoş bulduk, geçmişe dalmışım,’’ dedi.
‘’Buradaki her eşyanın bir yaşanmışlığı, geçmişi var,” dedi antikacı. “Bu eşyalara bakarken her insan kendi anılarında kalanlarla onlara anlamlar yükler, onları kullananları hayal eder, o zamanları, bu eşyaların onlardaki değerini düşünmeden edemez. Her eşya her insanı farklı zamanlara, farklı mekanlara, farklı geçmiş deneyimlerine götürür; dalıp gitmekte haklısınız. Ben sizi eşyalarla ve anılarınızla baş başa bırakayım o zaman. Buyurun gezin. Sonra oturur, çay içer, sohbet ederiz zamanınız varsa,” dedi ve dışarı çıkarak yan dükkandaki komşuları ile konuşmaya başladı.
Derviş, eşyaların arasında geziniyordu. Ne çok eşya vardı, insanlar geçmiş deneyimlerinin izlerinden kurtulmaya bu kadar mı meraklıydı? Nesneleri tek tek inceledi. Bunların arasında kendisini çocukluğuna götüren hangisiydi acaba?

Gramofonun önünde durdu. Üzerinde takılı plağa baktı. İğnenin plağın üzerindeki ses izlerine sürtünerek çıkardığı titreşimlerden hangi şarkılar yükselmiş, bu şarkıları kimler, nerede, nasıl bir duygu halindeyken dinlemişti? İçinden Munir Nurettin Selçuk’tan Dönülmez Akşamın Ufkundayız şarkısını söylerken, çerçevesi altın varakla işlenmiş, yer yer sırrı atmış ama güzelliğinden yine de bir şey kaybetmemiş oval bir boy aynasının karşısında durdu.
Aynaya doğru ilerledi. Camını parmaklarıyla yokladı, aynanın parlak yüzeyinde bıraktığı parmak izlerini takip ederken, yavaş yavaş adeta karşısında kendine bakan gözlerinin içine doğru çekildiğini hissetti. Avcunun içini yine kendi avuç içi ile örtüştürdüğünde birdenbire o elma bahçesine dönüverdi…
On yaşındaydı. Etrafında elma toplayan işçiler, işçilere bağırıp çağıran eniştesi, Neşat ve kimi boş kimi dolu yüzlerce elma kasası. . . Ahmet eniştenin bahçesiydi burası; babaları öldükten sonra Derviş’e ve iki kardeşine sahip çıkmış kara kuru, uzun boylu bir adamdı enişte. Epey sert, tok sözlü biriydi.
Elma bahçesine en çok oğlu Neşat’ı ve Derviş’i getirir, her ikisine de taşıyacaklarından çok daha fazla yük verirdi. İki çocuk yükün altında ezilirlerdi ve enişte onlara hiç acımazdı.
‘’Vicdanı yok bu adamın,’’ dedi Neşat boş elma kasasına tekme atarken.
“Bizi eşek gibi çalıştırıyor,’’ diye cevap verdi Derviş içi elma dolu kasayı kan ter içinde yerden kaldırmaya çalışırken.
Neşat babasını fark etmemişti. Enişte konuştuklarını işitmişti. Yanlarına gelip her ikisine de okkalı birer tokat yapıştırdı.
‘’Kılıksızlar, ulan ocağı batasıcalar, sabahtan beri doğru dürüst iş yaptığınız yok!’’ dedi.
Neşat’ın burnunun üzerinde ter damlaları birikmişti; gözlerinden ateş fışkırıyor babasına çok sinirlendiği her halinden belli oluyordu. Arkasına baka baka uzaklaşırken ‘’Biz bu kadar ağır kasaları nasıl kaldıralım?’’ diye bağırdı. Derviş ise önüne bakarak sessizce ağlıyordu.
“Gel buraya, ayağımın altına alırım şimdi ikinizi de,‘’ dedi enişte. Bunun üzerine Neşat kös kös Derviş’in yanına döndü, başları önlerinde beklemeye başladılar.
Enişte ‘’Bana bakın, işte görüyorsunuz okumazsanız böyle zor şartlar altında, onun bunun yanında, üç beş kuruşa çalışır durur, bağırılır, çağrılır aşağılanırsınız, seçim sizin,’’ dedi ve arkasına bile bakmadan çekti gitti.
İki çocuk sırt sırta yere oturdu. “Okuyalım oğlum biz, kurtulalım bu adamın elinden,’’ dedi Neşat.
Gülüştüler.
Boy aynasının karşısında kendi kendine güldüğünü fark etti. Etrafına bakındı. Dükkan sahibi ile göz göze geldiler .
‘’Nasıl beğendiğiniz bir şey var mı?” dedi adam.
“Hepsi çok güzel ama ben Gramofon ve şuradaki aynanın karşısında takıldım kaldım, beni çocukluğuma götürdüler. Müziği, eski zamanlarda yaşanan ve güzel olan her şeyi çok severim. Yaşarken farkında değiliz ama acı tatlı ne kadar çok anı biriktiriyoruz. Şu eşyaların dili olsa da konuşsa…” diye yanıt verdi Derviş. Çay içme teklifine teşekkür edip oradan ayrıldı.
Yolda giderken Neşat’ı düşündü… Neşat teğmen olalı iki yılı geçmişti. İkisi de iyi yırtmışlardı elma bahçesinden. Ahmet eniştenin kendilerine zaman zaman çok sert davranması bezdirmemiş olsa onları, acaba elma bahçesinde kalırlar mıydı, diye de düşünmeden edemedi .
Tertemiz giyinmiş, üzerindeki gri takım elbisenin ve yeşil-gri kravatın kendisine çok yakıştığını antikacıdaki boy aynasında fark etmişti. İşe başlayacağı o gün, neden bir antikacıda zaman geçirdiğini sorgularken, geçmişinin onu bugünlere taşımış olduğunun, okulda ve yaşamda öğrendiklerinin farkındalığıyla; öğrendiklerini öğrencilerine aktaracak olmanın heyecanıyla lisenin geniş demir kapısından içeri girdi. Bilgi ışıktı ve bilginin ışığı ile aydınlanmadan bu kapıdan girilemezdi.
Gözleri pırıl pırıl bir grup öğrenci “İyi günler öğretmenim,’’diyerek hep birlikte karşıladılar onu.
O an elma bahçesinden okul bahçesine geçmenin sonsuz mutluluğu yüzünde, öğrencilerin kuş cıvıltısı gibi konuşmaları kulaklarında, gülümsedi.
08.11.2019
Yorum Gönder