Kasabanın girişinde iki bavulla indim otobüsten. Otobüs yoluna devam etti. Biraz daha yolu var son durağına kadar. Saate bakıyorum, yirmi yedi saat olmuş yola çıkalı. Ne çok şey değişti, dağıldı, yıkıldı yirmi yedi saat içinde. İklim değişti, doğa değişti, insanlar, bakışlar değişti, dil değişti, ben değiştim, zaman değişti.
Bavullardan birine oturmuş, yirmi yedi saatte oluşan değişimi anlamaya, sindirmeye çalışıyorum. Tedirginim, korkuyorum, yabancıyım. Ağaçların çiçeğe durduğu bir ilkbahar günü yola çıkıp, ertesi gün saçaklardan salkım salkım, mızrak gibi buz sarkıtlarının aktığı bir kasabaya, buzla kaplı bir kaldırıma inmenin, yolları, dereleri, çeşmeleri gibi bakışları da donmuş insanların arasında olmanın, dilsizliğin tedirginliği, korkusu, yabancılığı.
Bavulları yükleniyorum. Geldiğim dünyada olsa terkedilmiş diyeceğim, bir iki köpek havlaması, yanımdan donuk bakışlarla geçip giden adam ve ezan sesinden başka yaşam belirtisi olmayan bu kasabanın buz kaplı kaldırımında, kasabanın merkezi oradadır diye düşündüğüm yöne yürüyorum. Yerdeki buz yürümemi, bıçak gibi soğuk nefesimi zorluyor. İki yakasında kapıları sıkı sıkı kapalı, camları buğulu dükkanların sıralandığı caddede, penceresinden dışarıya uzatılmış soba borusundan boz bir duman çıkan, çay ocağı gibi bir yere sığınıyorum. Alçak kapısından başımı eğerek içeri giriyorum. İki masa ve bir sobayla donatılmış basık tavanlı bir yer. Bavulları kapının yanında bırakıp sobaya yakın bir sandalyeye ilişiyorum. İçerde iki kişi var, çaycı ve kalpaklı bir adam. Bir de kanarya, kalpaklı adamın omzunda. Cikcik. Çantamda Gorki’nin kitabı: Halkın İçinde. Beni halkın içine uğurlamak için otogara gelen Hüseyin’in hediyesi.Cikcik
Çay istiyorum. Duble olsun. Çaycı bardağı sıcak sudan geçirirken bir yandan bana bakıyor. Kimim neyim merak ediyor tabii. Çayımı getiriyor. Sanki bir soru sormuş yanıtını bekliyor gibi duruyor başımda. Hastane ne tarafta diye soruyorum adamın duruşuna cevap olarak. Adam dönüp kalpaklı adama bakıyor. İkisi de soruyu anlamamış gibi.
-Hastane mi dedin abi?
-Evet, hastane dedim, ne tarafta?
-Burada hastane yoktur.
-Nasıl yani?
-Böyledir, burada hastane yoktur.
-Olmasa beni buraya tayin ederler mi yahu?
-Onu bilmem.
-Yahu, burası Kızılcakara değil mi?
-Doğrudur, burası Kızılcakara’dır, lakin burada hastane yoktur.
-Sağlık ocağı?
-O da yoktur
-Hasta olunca ne yapıyorsunuz?
-Biz hasta olmayız beyim.
-Nasıl, hiç mi hasta olmazsınız?
-Olmayız
-Çocuklar falan?
-Olmazlar, kimse hasta olmaz burada.
-Ee o zaman kimse ölmüyordur burada
-Ölmez mi beyim, zamanı gelince herkes ölür.
-Ee ne zaman geliyor bu zaman?
-Onu Allah bilir beyim. Kimine bir yaşında kimine yüz yaşında.
…
…
-Sen bana bir çay daha ver.
-Olur beyim.
-Bir de şu bavulları taşıyacak bir araba bulabilir miyiz?
-Buluruz beyim.
Çayımı masama bıraktı ve alçak kapıdan başını eğip dışarı fırladı. Kalpaklının omuzundaki kanaryanın yanına gittim. Cikcik. Çantamdan, Halkın İçinde’nin yanında duran, yolluk niyetine yanıma aldığım bisküvilerden birini çıkarıp kuşa uzattım. Kanarya ürkek ama hevesle yaklaştı ve ucundan tırtıklamaya başladı bisküviyi. Beş dakika sonra kapıya yaşlı bir atın çektiği kızaklı bir araba yanaştı. Atın zamanı ha geldi, ha gelecek sanki. Çaycı atladı arabadan, alçak kapıdan başını eğip içeri girdi,
-Araba hazır beyim.
-Sağ ol, ne kadar borcum?
-Çaylar bizden olsun beyim, bir dahakine alırız, arabanın parasını da arabacıyla konuşursunuz, işiniz bitince uğrayın yine.
-Teşekkür ederim, uğrayacağım mutlaka.
Elimde kalan bisküviyi çay tabağına ufaladım, kalpaklının masasına bıraktım, kapıdan eğilerek çıktım. Arabacı bavulları çoktan yüklemişti bile. Arabacının yanına, rengarenk kilim desenli ama kilim olmayan bir örtü serili sıraya oturdum.
-Nereye gidiyoruz beyim?
-Kasabayı şöyle bir gezelim, sonra hastaneye götür beni.
Aynı boş, anlamamış insan bakışı.
-Sen de mi burada hastane yokdiyeceksin?
-Yoktur beyim
-Yoksa yok, kasabayı gezelim bari.
Kızaklı arabayla iniyoruz hafif yokuşu. Hayatın sokaklara taştığı şehrimden sonra burada kapıların, duvarların, küçücük pencerelerin ardına tıkıştırılan hayatları görüyorum, bacalardan, sokağa uzatılmış borulardan tüten dumanda. Kasabanın küçük meydanı, iki lokanta, iki-üç bakkal, bir fırın, yıkık bir kilise. Rus işgalinden kalma diyor arabacı. Bir zamanlar burada yaşayan Ermenilerden de olabilir. Tehcir miydi, soykırım mı? Çantamı yokluyorum. Gorki bilir mi acaba?
-Hükümet binasına gidelim.
-Hükümet binası da yoktur.
-Belediye?
-Yoktur.
-Karakol falan?
-Yoktur beyim
-Ee, ne var burda?
-Biz varız beyim
-Sizin başınızda kimse yok mu?
-Niye olsun ki?
…
…
-Peki ben ne yapayım şimdi?
-Çay ocağına geri götüreyim istersen beyim.
-Yok yok, biraz daha gezelim, bütün sokakları görmek istiyorum, mutlaka bir hastane olmalı.
-Gezelim beyim ama hastane falan yoktur.
-Olsun, gezelim, kendi gözlerimle göreyim olmadığını.
-Olmayan bir şeyin olmadığını nasıl görecen beyim?
Filozof çıktı arabacı. Dalga mı geçiyor ne?
-Canım işte her yere baktım yokmuş diyeceğim.
-Kime diyecen beyim?
-Kendime.
Sonra da niye göreve başlamadın diyen olursa ona.
***
Öğle güneşinde her yer pırıl pırıl. Gözümü yakan bir ışıltı. Saçaklardaki buz sarkıtlarının ucundan şıpır şıpır su damlıyor. Kaldırımların kenarında minik derecikler oluşmuş. Çantamdan Zelal’in hediyesi güneş gözlüğümü çıkarıp takıyorum. Yazın da kışın da ihtiyacın olacak, kışın daha da çok demişti.
Geçtiğimiz sokakları işaretliyorum. Bu köşede taş ev var, şu sokakta cami, şu sokak çok dar, şu sokakta kapının önünde odun yığını, burada yıkık bir ev… Yine taş ev. Akşama doğru artık ben de inanıyorum, burada hastane falan yok. Belediye de yok, karakol da. Meydana dönüyoruz. Kızılcakara Kanaat Lokantasına uğruyoruz. Acıktık. Beyim, buranın etli pilavı meşhurdur diyor arabacı. Birer tane söylüyorum. Yanına manda yoğurdu. Etli pilav lezzetliymiş gerçekten. Çaylarımızı içerken fark ediyorum tavandan sarkan ipe tutturulmuş boş kuş kafesini.
***
Çay ocağına dönüyoruz. Elimde kafes, cebimden paramın hepsini çıkarıp kalpaklının masasına koyuyorum.
-Kuşu bana sat
…
…
***
En ön koltukta oturuyorum, toprak örtüsü beyazdan yeşile doğru değişiyor, radyoda Sezen Aksu İklim değişir Akdeniz olur, gülümse diyor. Gülümsüyorum. Şoför aynadan beni dikizliyor.Bu sefer yirmi yedi saat çok daha uzun sürüyor. Sonsuz kere uzun. Yolun yarısı, sonra kalan yarısının yarısı, yarısının yarısının yarısı,… Kaplumbağayı bir türlü geçemiyorum. Pislik Zenon’un zihninde sıkışıp kalıyorum, kucağımda kuş kafesi, içinde bir kitap, bir güneş gözlüğü ve yarım paket bisküvi ile.
Yorum Gönder