Bir gezgin değilim, keşke olabilseydim.
Turist olarak ve iş nedeniyle gezdiğim epeyce yer var yine de. Bu gezilerimde en sevdiğim ve mutlaka yapmaya çalıştığım bir şey varsa o da kentin plastik/estetik/güzel sanatlar ve/veya arkeoloji müzelerini gezmektir.
Fotoğraflamayı daha iyi öğrendikçe ve bir nevi kendimi ifade biçimi de aldığından bu yana bu müze gezilerimde, müzelerin bulunduğu caddeleri, müze binasını, müzedeki eserleri, gezenleri fotoğraflayıp
arşivledim. Ama çok önemi olan fotoğraflar değillerdi. Bazen bir müzenin tavanı veya duvarındaki geometri, ritim, doku, gölge öğeleriydi bunlar, yaniçoğunlukla bir izleyiciydim müzede.
Ancak iki ufuk açıcı müze ziyaretinden sonra bakış açım ve görme biçimim değişikliğe uğradı; birinci çarpıcı eser, Milano’da ancak günler öncesinden randevu alınarak gidilebilen Leonardo Da
Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” isimli resmiydi. Santa Maria delle Grazie bazilikasının yemekhanesinin duvarına çizilmiş olan resmi görmek için kapıdan salona ilk girdiğimde tam karşımda o
müthiş perspektifi ile İsa ve havarilerini birebir orada yemek yiyorlarmış gibi üç boyutlu görmüş ve aralarına karışmış, mest olmuştum. Bu etkinin hala devam ettiğini söyleyebilirim. Ama asıl olarak
Louvre müzesinde Mona Lisa’nın karşısında kendimi ona bakarken bulduğumda değişti görme biçimim.

Mona Lisa’yla bakıştığımızda etrafımdaki kalabalık ve diğer her şey, Mona Lisa dışında siyah beyaza
dönüşmüştü, kalabalığın gürültüsü de duyulmaz olmuştu, saf sessizlik… Orada şunu farkettim; müzeye gelmiş Mona Lisa’ya bakanlar, birkaç dakika onu seyreden, fotoğrafını çekenler değil, Mona Lisa’nın kendisiydi aslında “bize” bakan ve izleyen. Beş yüz yıldır her nerede bulundu, hangi salona asıldı ise o seyrediyordu bizi. Bu karşılaşmalar sonrası bir başka göz ve düşünce ile bakmaya başladım müzelerdeki eserlere, tablolara ve seyircilere. Artık başka türlü görüyordum.
Yıllar ötesinden bizi izleyen, bize bakanlar “onlardı”. İzleyen ve izlenen birbirinin içindeydi, iç içe olmuşlardı.
Ben, fotoğrafçı olarak bir adım geride, orada bir üçüncü göz olarak vardım artık. Bir hayalet gibi, diğer hayaletlerin arasında süzülüyordum.

Gördüklerim benzeşimler, özdeşlikler, çağrışımlar, optik yanılsamalar, ışığın büyülü oyunları, birbirlerinin içinde olma ve kaybolmalardı. Kimi zaman bir heykelin camdaki yansısı izleyeni hançerleyecek gibi, kimi zaman bir izleyicinin yüzü bir tablonuniçindeymiş gibi, bazen bir resimdeki asker yandaki tabloyu seyredeni işaret ediyor gibi, kimileyin portrelerdeki bakışlar asırlar öncesinin selamını taşıyor gibiydi.
Rembrandt, bize bakıyordu ve bu bakış bilinçliydi. Bilerek öyle yapılmıştı.

Sonradan bu görme ile çektiğim fotoğrafları gözden geçirip toparladıktan sonra beni bu görme biçimine ulaştıran ne oldu diye düşünmeye başladım. Altta, bilinçaltımın derinlerinde veya belki yüzeyde beni
etkilemiş olan bir şey olmalıydı. Bir gün Foucault’un kütüphanemde duran “Kelimeler ve Şeyler” kitabını aldım, Mehmet Ali Kılıçbay’ın yazdığı ön sözü ve ardından Foucault’un “Arkadan Gelenler” incelemesini
bitirdiğimde bir nevi aydınlanma yaşamıştım, o görme şeklinin nedenini artık biliyordum:
LAS MENİNAS
Bakanın bakılan olduğu ve tablonun kişilerinin arasına katıldığı belki ilk resim olan Las Meninas.
Rembrandt’ın çağdaşı büyük İspanyol ressam Diego Velasquez’in ölümsüz eseri. Foucault, kimbilir kaç
kez gördüğü bu eseri alır evire çevire tüm morfolojisi ile neredeyse her açısından inceler. Ressamın
durduğu yerden, aynada yansısı görülen kral ve kraliçeye, cücelere dek. Tuvalin yeri ve boyutundan
Ressamın bize bakışına dek. Velázquez’in tabloda kullandığı ışık tekniği ve perspektifi yorumlarken
de, “görülen miyiz, gören miyiz?” sorusu doğrultusunda şöyle der:
“Ressamın gözleri, seyirciyi bakışlarının alanı içine yerleştirdiği anda, onu kavramakta, tablonun içine girmeye zorlamakta, ona hem ayrıcalıklı ve hem de zorunlu bir yer vermekte, onun aydınlık ve görünür yanını yok etmekte ve onu donuk tuvalin ulaşılamaz yüzeyine yansıtmaktadır. Seyirci ressam için görünür hâle gelmiş ve kendi için kesinlikle görünmez bir görüntü hâlinde yüzeye aktarılmış olan görünmezliğini görmektedir. Marjinal bir tuzak tarafından çoğaltılan ve daha da kaçınılmaz kılınan şaşkınlık.”
Yıllar önce bir gezi sırasında yerinde gördüğüm Las Meninas (nedimeler), büyük olasılıkla üzerinde okumalar da yapmış ve bilinçaltımın bir hafıza sandığına gömmüşken belki bir başka resim, bir resimdeki detay veya çektiğim bir fotoğraf sayesinde gün yüzüne, bilincime yeniden çıkmıştı.



Bu hayalet fotoğrafları toplayıp birkaç yerde gösterdikten sonra Wim Wenders’in bir filmine denk geldim.
Varoluşunu sorgulamaya başlayan, ölüm düşüncesi içine yerleşmiş ünlü bir fotoğrafçının kendinden kaçmak ya da kendini bulmak için bir uzvu haline gelmiş fotoğraf makinesi hariç her şeyi bırakıp gittiği Palermo’da tanıştığı ve giderek aşık olduğu kadının restore ettiği büyük bir duvar resmine bakarak o tablodaki kahramanın yüzüne ve bakışlarına atfen “ressam çok akıllı, kahramanını doğrudan objektife baktırıyor.” dediği sahnesi ne denli doğru bir bakış açısı geliştirdiğimi göstermişti.
Gönlüm isterdi ki bu konuyu bir akademisyen ile birlikte irdeleyelim ve yazalım.
Şimdilik benden bu kadar.

–
* Tüm fotoğraflar yazarımız Selman Vefa Yıldırım’a attir.
Yorum Gönder