(Haziran-Temmuz 2024 sayımızdan)
(Yukarıdaki görselde Dost; 2020’de sokaktan kurtarıldığı sırada. . .)
Henüz telaşı bitmemiş bir günün öğleden sonrası ve dışarıda akan hayata inat seninle birlikte kucağına gönüllü düştüğümüz bu tatlı tembellik, evi pervasızca dolduran güneşin suçu. Kendimiz için değil de sanki rüzgarın da bu saadet dolu anlarda hatırı kalmasın diye sokağa açtığımız pencerelerden gelen, bilmem kaçıncı oyunlarındaki çocukların mızıkçılıklarına karışan küçük kahkahaları, cırcır böceklerinin seslerini bir türlü duyamamaktan şikayet ettiğim bu şehirde beni avutmaya çalışıyor sanki.
Bahçenin yasemini kokusuyla aralıyor beyaz tülleri. Bu çapkın koku, onu odaya buyur eden nemli rüzgar, çocuk sesleri bir olup yazı sevdirmekte ısrarcılar bana. Nafile. Ben ki bir parfüm delisi, yağmurun toprağa değerken bıraktığı kokuyu -petrikor ne mekanik bir isim, hiç yakışmıyor- tercih etmişim her çiçek kokusuna ve ömrümün her yazı sonbaharı beklemişim. Üstelik inanmazsınız Ağustos çocuğuyum. Nedir bu iki mevsimden birini diğerine yeğ tutturan ve vakitsizce özleten? Yazın tenhalığı mı yoksa sonbaharınki mi? Kışın ya da baharın bu bilmecede kötü karakter olacak kadar da mı hatırları yok? Kafamda bu “derdini seveyim”lik sorular, karşımda güzel yüzüne gölge düşüremeyecek kadar sarışın kirpikleri titreyerek uyuyan sen. Geriye attığın başının boynuna verdiği yumuşak kavis ve fettan gerdanının davetkarlığı bölüyor dünya gailemi ki buradaki ‘dünya’ yansa zannetmem ki kılımı kıpırdatayım şu an. Başının çaresine bensiz bakacak bi’zahmet. Ben zamanın bu akmayışını, senin güzelliğini, kokuyu, nefes alıp verişine fon olan sesleri, hülasa bu tatlı vaktin anısını bir sihirli kutuya saklayabilmeyi hayal etmekle meşgulüm. Bu mümkün olsaydı eğer, yıllar sonra artık birlikte olamadığımızda -ve kimbilir bu gerçekten sandığımız gibi senin ömrünün kısalığından mı olacak? Ne küstahlık değil mi böyle düşünmek?- seni çok özleyip kaldırdığımda o sihirli kutunun kapağını içindeki bütün o sesler, koku, ışık yüzüme çarpardı. Muhtemelen hönkürerek ağlamaya başlayacağım o an, o an gelecekten tam şu ana bakabilseydim keşke.

Seni kucaklayan uykuya kendimi de teslim etmeye niyetliyken heyhat, telefonum çalıyor. ‘Ay’a uçur beni sevgilim ve bırak yıldızların arasında oynayayım. İzin ver de Jüpiter ve Mars’ta bahar nasıl yaşanıyor göreyim.’ Başımı bunca döndüren bu sevdiğim melodi mi, yaseminin baygın kokusu mu, aman vermeyen sıcak mı, yoksa sen misin? Gerinerek uyanıyorsun. Kısacık süren mahmurluğunu atar atmaz yamacıma gelip ıslak burnunu avucuma değdiriyorsun. Bu senin ‘hadi sev beni’ deme şeklin.
Ailemdeki tek sarışınım, tüy torbam, güzel oğlum, Dost’um. Sana karşı koymak ne mümkün…
Yorum Gönder